23 Kasım 2024
  • İstanbul8°C
  • Ankara15°C
  • Van9°C

KÜRT MESELESİ, ÜMMETİ BÖLENBİR OLGU MU, ? YOKSA BİRLEŞTİREN BİR OLGU MU?

Mehmet Taş

06 Şubat 2017 Pazartesi 15:08

 

Mehmet TAŞ

 

 

KÜRT MESELESİ, ÜMMETİ BÖLENBİR OLGU MU, ?

YOKSA BİRLEŞTİREN BİR OLGU MU?

 

 

‘’ Günümüzde Kürd sorunu, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir halk ve hak sorunudur.Bir halkın fıtrattan kaynaklanan var olma sorunudur.Kürd halkı amasız, fakatsız olarak haklarının tümüne sahip kılınmalıdır. ‘’

 

,

Kürt sorununu irdelemeden önce göz atmakta fayda mülahaza ettiğim birkaç noktaya parmak basmak istiyorum.

 

  1. Sorunun Tarihi Kökeni:

 

            Kürt sorunu, köken itibariyle insanlık tarihi kadar eski olan bir özelliğe sahiptir. Haliyle bu sorunun anlaşılmasına yönelik olarak yapılacak çalışmalarda; çok kısa da olsa sorunun tarihi kökenine inmekte fayda olacağı düşüncesindeyiz. Zira Rabbimizin buyurduğu gibi, İblis, secdeye varmamakla ırkçılık yapmış; rabbin emrine itiraz ederek, kendisinin (Irkının) üstün olduğu iddiasında bulunmuştur. Bu şekilde kendi heva ve hevesinden kaynaklı savını Rabbinin emrinin üzerinde telakki ederek; Rabbinin emrine karşı direnmiş ve böylece ebedi hüsrana uğrayanlardan olmuştur. “Ve o zaman meleklere :”Âdem’e secde edin’(!) dedik. Hemen secde ettiler. Yalnız iblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.”(Bakara, 34)

 

 Bu vakıadan sonra İblis, âdemoğlunun ebedi düşmanı sıfatına bürünmüştür. Fakat işin ayrıca acı olan tarafı, İblisin bu sapkınlık ve azgınlığının, zamanla âdemoğluna da sirayet etmesi ve âdemoğlu arasında da ırkçılığın yayılması olmuştur. İblisin, Kur-an’ı Kerim’de yer alan bu kıssa, bir yönüyle insanlara ibret olması gerçeğini içinde barındırırken; bir yönüyle de Allah’ın lanetine uğradığı gerçeği vardır.  Nitekim insanlık tarihindeki cahili yaşantılarının, azgınlıklarının, zulümlerinin çoğunun temelinde ırkçılık saikı yatmaktadır. “Onlara :’Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiği vakit de;‘Yok, atalarımızı neyin üzerinde bulduysak, ona uyarız’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl erdiremez ve doğruyu seçemez idiyseler de mi onlara uyacaklar.’’

 ( Bakara 170)

 

2. İslam Tarihinde Irkçılık ve Kürtler:

 

İslam tarihine bakıldığında da ne acıdır ki, buna benzer uygulamalara rastlamaktayız.Emevi hanedanından beri İslam Ümmetini meşgul eden çok ciddi manada sorunun başında da taassupçuluk-ırkçılık gelmektedir. Bu sorun, günümüzde de ne yazık ki gerek bütün bir insanlığın ve gerekse de İslam ümmetinin en büyük sıkıntılarından birini teşkil etmektedir.Bu hastalıktandır ki; yeryüzünün pek çok yerinde insan kanı oluk, oluk akmakta; işkenceler edilmekte, ıstıraplar çekilmekte; insan insanın kurdu-yiyicisi haline gelmiş bulunmaktadır.’Irkçılığa (asabiyete) çağıran bizden değildir, ırkçılık için savaşan bizden değildir, ırkçılık (Asabiyet) üzere ölen bizden değildir.’(Müslim, İmare, 53)

Müslümanlar arasında asla zemin bulmaması gereken ırkçılık ne yazık ki,batıda sanayi devriminin gerçekleşmesi, toplumsal kastların daha da belirginleşmesi ve bilahare ulusçuluk fikirlerinin güç kazanması sonucunda, benzer gelişmeler Müslümanlar arasında da hızla kendini göstermiştir. Bu gibi gelişmeler, İslam ümmetini oluşturan halklar arasında gittikçe ivme kazanan ulusçuluk furyasını tetiklemiştir. Hala da bu furya şiddetli bir şekilde devam etmektedir.

 

Irkçılık akımının İslam Ümmeti arasında boy göstermesi, küresel emperyalizminin de iştahını kabartmış; ümmet içinde kuklalar bularak, gerek direkt olarak/zorbalıkla/kendi elleriyle ve gerekse dolaylı olarak ayarttıkları yerli (!) kuklalar aracılığıyla emperyalist emellerini gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir. Netice itibariyle bu gün, ümmet içinde düzinelerce dünya emperyalizmine (Büyük şeytan ve avenelerine) yem olan ve halkı Müslüman olan devletçik bulunmaktadır. Aynı zamanda bu devletçiklerin tümüne yakını da birbiriyle hasım halindedir.

“Kendisine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar için kıyamet günü büyük bir azap vardır.”(Ali İmran, 105) Ayeti celile üzerinde birazcık tefekkür edilirse, ümmet olarak bu gün düştüğümüz aczin nedeni anlaşılmış olur herhalde…

 

3. Kürt Tarihi ve Dili:

 

İslam öncesi Kürtlerin tarihine de kısaca bir bakacak olursak; Kürtlerin Mezopotamya’nın kadim halkı olduğunu görmekteyiz. (Bir sonraki; ‘Tarihte Kurulan Kürt Devletleri’alt başlığı içerisinde kısaca tarihe de değineceğiz) Hint-Avrupa dil grubunda yer alan Kürtçe, müstakil bir dil olup; kendisine has kural ve kaideleri vardır. Şerefxan Bedlîsî, Kürtçe Dili Lehçe ve Şiveleri hakkında şu bilgileri vermektedir.

a) Kurmanci Lehçesi; Ravendi, Şikaki, Hekkari, Botani, Bahdini, Sincari şiveleri,

b) SoraniLehçesi; Babani, Mukri,Sineyi, Germiyani şiveleri,

c) Lorani Lehçesi; Xaneqini, Feyli, Kelhori, leki, Perewendi şiveleri,

d) Gorani Lehçesi; Hawremani, Bacelani şiveleri,

e)Kırdki (DimıliZazaki) Lehçesi; Dersim, Merkezi Zaza, Güney Zazaşiveleri,  konuşulmaktadır.

(Kürtçenin Yaşayan Lehçeleri ve Şiveleri. M. Şerif YÜKSEL)

 

4.Tarihte Kurulan Kürt Devletleri:

 

Kürtler, Yukarı Mezopotamya’nın en eski ve yerli halklarından olup, Toros dağlarından Zagros dağlarına (Basra Körfezinin doğu yakası) kadar uzanan coğrafyada yaşayan bir kavimdir. Sümer dilinde Kürt-Kurti-dağlılar, dağlarda yaşayanlar anlamındadır. Bu isim M.Ö. 3000 yıllarına kadar dayanmaktadır. Kürtçe dilinde 100.000 ‘in üzerinde kelime vardır.( Filolog, Abdülmelik Fırat) Dünyanın pek çok yerindeki isimlendirmelerde olduğu gibi  (Pakya; Pakistan, Afgan; Afganistan, Arab; Arabistan, Gürcü-;Gürcistan…)Kürtlerin de yaşadığı yöreye,Kürd isminden dolayı Kürdistan denilmektedir.

Tarihte kurulan başlıca Kürt devletlerinden şunları zikredebiliriz:

Gutiler: Kurulan en eski Kürt devletlerinin başında gelir.  M.Ö.2700 yıllarına kadar giden Gutiler-Kutiler bulunmaktadır. Zagros Dağları ile Aşağı Zap Nehrinin kıyılarında yaşayan ve bu günkü Kürtlerin atası olarak bilinen Kürtler tarafından kurulmuştur. İki asra yakın yaşamıştır. GutilerM.Ö. 2400 lü yıllarda Lolo’larla birleşerek büyük bir medeniyet kurmuşlardır. Bilahare Sümer ve Akadlar’ı da egemenlikleri altına aldılar. (Kürt ve Kürdistan Tarihi)

Lololar: Genellikle Süleymaniye çevresinde oturmuşlardır. Zehave bölgesinde M.Ö. 2800 yıllarında Lololar'a ait bir antik levha bulunmuş olup; Lolo krallığı sınırları hakkında bilgi vermektedir. Bu levhaya göre Lolo Krallığı; Süleymaniye, Şexan, Zehav, Şehrizor, Kerkük, Helvan (Hilvan) gibi yerlerin de içinde bulunduğu geniş bir alan kaplamaktadır. Lolo Krallığı takriben 1000 yıl kadar hayatını sürdürmüştür. (Kürt ve Kürdistan Tarihi, C.1-s.85)

Mittaniler: M.Ö.1800 yıllarında kuzey Suriye ve Mezopotamya da kurulmuştur. Yaklaşık altı asır yaşayan bu Krallık, Kral Suttarna’nın iki oğlu Tuşratta ve Artatama arasında çıkan taht kavgasından dolayı krallık zayıflamış ve Hititler tarafından son verilmiştir. (Kürt ve Kürdistan Tarihi)

Elbette ki İslam öncesi kurulan başka Kürddevletler de vardır. Burada bu kadarıyla yetinmek istiyoruz.

 

5.Kurulan Müslüman Kürt Devletler:

 

Kürtler, dediğimiz gibi Hicri 17.-19. Yıllar arasında (iki yıl içinde) tamamına yakını İslam Dinini kabul etmişlerdir. Kürtler Müslüman olduktan sonra kurduklarıdevletlerden bir kaçının sadece isimlerini vererek şöyle sıralayabiliriz;

Hasnevi Kürt Devleti.(H.330)

Hamdani Devleti (944-1130)

Büveyhoğulları Devleti934-1050)

Hasanveyh Devleti (959-1121)

Seddadi Kürt Devleti(M.951-1091)

Mervani Kürt Devleti H.350-380)

Gor Devleti (1148-1214)

AlamutZiyar’i Devleti (930-1011)

Eyyubi Devleti 1174-1193)

Alamut Devleti(1011-1256

Mahabat Devleti (22.01.1946-17.12.1946)

 

( Ali Haydar Bengi, Tarih Sahnesinde Kürtler, Kürt Sorunu ve İslami Çözüm)

6. Kürt İlim Adamları:

Elbette ki Kürtler de her halk gibi bir tarihi serüvene sahiptirler. Yine her halkta olduğu gibi, Kürt halkının da iyi-kütü, kolay-zor, sevinçli-hüzünlü anları olmuştur. Ama şu noktaya dikkat çekmek gerekir ki; Kürt halkı İslam ile müşerref olduktan sonra, İslami hassasiyeti bütün hassasiyetlerin fevkinde görmüşlerdir. Tarihindeki bütün etkin şahıs ve kurumlarıyla; akideyi her şeyin önüne almışlardır. Ağırlıklı olarak ilime önem vermekle (ilim havzaları; Cizre, Norşin, Harran, Tillo, Amediye, Musul, Zaxo  ve daha niceleri) ümmet içinde daha önemli roller üstlenmişlerdir.

 

Önemli ilim adamlarından çok kısa olarak şu isimleri zikredebiliriz:

Hz.Caban El Kurdî; Sahabe-i Kiramdan ve İslam Tarihinin ilk Valilerinden,

Êlî Herîrî; (1009-1080 Hakkâri) Ünlü Kürt edebiyatçı ve şair,

Abdulkadir Geylani (1077-1166 Gilan); Kürt âlim ve mutasavvıf, Kadiri Tarikatının kurucusu

AbdulbasıtAbdussamed(1927-1988 Kahire); Dünyaca ünlü hafız.

EhmedêXane (1650 Ağrı-1707 Hakkâri); Edip, şair, tarihçi ve mutasavvıf,

El Cezerî  (1136-1206 Cizre); Bilim adamı ve muhaddis

FeqiyêTeyran(1590-1660 Van); Edip-şair. Destan ve masal yazarı,

MeleyêCezirî(1570-1640 Cizre); Din âlimi, şair ve mutasavvıf,

Mevlana Xalidê Bağdadî,(1779-1827 Şam); Âlim ve mutasavvıf

Hasan Ertuşi (MelayêBate);  Âlim, edebiyatçı, Meşhur Kürtçe Mevlidin yazarı

Cakir El Kurdi, 1155 Irak- …?); Büyük İslam âlimi,

Ömer Es Sühreverdi  (1145 Sühreverd-1234 Bağdat); Mutasavvıf, Filozof,

Fatih Sultan Mehmed’in hocası Molla Gürani; Asıl adı Ahmet Şemsettin’dir. Kaynaklara göre Ergani-Hilar Köyü doğumlu (1406 veya 1410) İslam âlimidir. Osmanlılarda kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislamlık görevlerinde bulunmuştur.

EhmedeMuxlis (1891 Amediya, 1963…); Kürt âlim ve yazar,

Mehwi (1817 Mahabad-Süleymaniye); İslam âlimi, şair, hekim ve yazar,

Şeyh Muhammed Maşuk El Haznevi (1957 Kamışlo-2005 Şam) Doktor, hadis ve fıkıh âlimi,

Qadi Muhammed; Mahabat Cumhuriyetinin kurucusu ve devlet başkanı, fıkıh âlimi,

Bediüzzaman Said-i Kurdî (1878 Bitlis-1960 Şanlıurfa); İslam âlimi, Müfessir.

Elbette ki Kürt ilim adamları bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Listeyi uzatmaya gerek yoktur. Rabbim bütün ilim, takva ve hizmet erbabının ecrini verecektir inşallah. Ama burada ırk taassubuyla (Rabbime sığınırım) bu satırların yazılmadığını hassaten belirtmek isterim. Zira taassup ile ilgili (Rabbani) ölçümüzü yazının baş kısmında verdik…

Şimdi gelelim esas konumuza:

Ümmet içinde (yerel veya genel) çıkan sorunların çözümü konusunda, İslami kıstaslara başvurulmadan çözümlemeye kalkışılırsa; bilinmelidir ki çözüm değil, çözümsüzlük ayyuka çıkar. Bu iddiamızı İslami tarihin on beş asırlık süreci net bir şekilde gözlerimizin önüne serdetmektedir. Zira Rabbimizin, bizler için sorunlarımızın halli konusunda nereye başvurmamız gerektiği ile ilgili sarih emirleri vardır.

“Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin. Ve sizden olan emir sahibine de. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahret gününe gerçekten iman ediyorsanız Allah’a ve Resulüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha güzeldir. (Nisa, 59)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin, amellerinizi boşa çıkarmayın.(Muhammed,33)

Bu hükümlerden sonra çözümü başka yer(ler)de aramak, beyhudelikten başka ne ile izah edilebilinir ki… Değilse, kuru bir cehalete saplanmadır.

 

Kürt sorunun tarihi, etnik, politik, güvenlik, inanca dayalı pek çok yönü bulunmaktadır. Osmanlı döneminde devlet sınırları içinde yaşayan her millet (etnik) kendisine has özellikleriyle –özerk olarak yaşamaktaydı. Bir bakıma iç işlerinde özgür, dış işlerinde ise ümmet bilinci ve birliği çerçevesinde sorunlar minimize edilerek yaşanıyordu. Ne zaman ki iptidai ulusalcılık akımı Müslümanlara sirayet etti ise; esas sorunlar da o zamandan itibaren baş göstermeye başladı.  Yani ulusalcılık yıkım oldu, bölücülük oldu, fitne oldu; yürekten bir bütün olan Millet-i İslam’ı (ümmeti) düşman kamplara ayırdı. Hala da düşman kamplaşmalar devam etmektedir. Ama her Müslüman bu düşmanca kamplaşmadan beri olmak, tavır koymak, vahdet bilinciyle bilenmek sorumluluğundadır.

 

Kürt sorunun varlığı tarihi bir gerçektir.  Günümüz anlam ve şeklindeki Kürt sorununun temeli cumhuriyet fikir ve düşüncesinden kaynaklı, ama cumhuriyet tarihinden daha da eskilere uzanmaktadır. Zira Cumhuriyetin kurulması anlık bir gelişme olmayıp; belki de fikri altyapısı Fransız İhtilalına kadar uzanmaktadır. Bundan dolayıdır ki sorun, köken itibariyle daha eskilere dayanmakta ise de; cumhuriyet tarihiyle dal budak salan bir sorun olmuştur. Daha önce ümmet bilinciyle bir arada yaşamakta olan Osmanlı tebaası, ırkçılık fikirlerinin devletin içindeki çeşitli birimlerinde yer edip gelişmesi ile ilişkili olarak bu bilinç gittikçe zayıflamıştır. Gün gelip; tebaa arasındaki uhuvvet düşmanlığa dönüşmüş ve sonu gelmeyen ayrılıklara, bölünmelere, başkaldırılara, isyanlara, imhalara kadar acımasızca gitmiştir. (Burada yapmak istediğim sadece bir tespittir. Osmanlı Devleti savunuculuğu gibi bir pozisyona girmiş olmayayım)

 

Şeyh Said-i Palovi’ninkıyamı/mücadelesi de cumhuriyet ırkçılığı ile bir bakıma mücadele ve İlahi hükümleri ikame etme mücadelesinden ibaretti. Bir kısım iddialarda olduğu gibi, ne etnik/ırki bir mücadele ve ne de şan/şöhret mücadelesiydi.4 Ocak 1925 günü Şeyh Said, ziyaretine gelen bölge eşrafıyla konuşmasında şu cümlelere yer verir:

“Kurulduğu günden beri Din-i Mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kur-an’ın ahkâmına aykırı hareket ederek, Allah ve Peygamberi inkâr ettikleri ve Halife-i İslam’ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasını bütün İslamlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyet’in başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının şeriat-ı gara-yıAhmediyye’ye göre helal olduğunu…”Konusunda fetva vermesi; Şeyh Said’in hangi saik ile hareket ettiğini açıklamaktadır. Daha önceki yönetimde (Osmanlı)  Müslümanların, halkların müsaviliği var iken; yeni yönetim ulusalcılığı öne çıkararak; İslami ölçüleri, hayat alanından dışlamak istemiştir. İslami hükümlerce Müslümanlar arasında yasaklanan ırkçılık; bu sistem tarafından temel referans olarak alındığından dolayıdır ki; samimi Müslümanların tümünde olduğu gibi,Şehid ŞeyhSaidi de harekete geçirmişti.

 

Irkçı rejimin yaptıkları elbette tarihi süreçte devam ede gelmiştir.  13 Temmuz 1930 tarihli Zîlan Katliamında devletin resmi kayıtlarına göre on beş bin kişi katledilmiştir. (Gerçek ölçüler bunun çok üzerindedir) O dönemin Cumhuriyet Gazetesi; ‘Zîlan deresi ağzına kadar ceset dolmuştur’ haberini(!) gururla (!!!) vermekteydi. Katliama, 7. Ve 9. Kolordudan birliklerle beraber 80 tane uçak katılmıştı. Cumhuriyetin o günlerdeki bir haberine göre ‘Erciş yöresinde yakılmadık köy kalmamıştı.’

 

Zîlan Katliamı sırasında Diyarbakır askeri birliğinden yöreye gelen askerlerden Mirza Efendi, bir anısını şöyle dile getirmektedir: ‘ Zîlan Katliamı sırasında ben Diyarbakır’da askerdim.Bölgeye sevk edildik. Bölgeye intikal ettiğimizde katliam yeni yapılmıştı.Bizler, firar edenleri ya da katliamdan kurtulanları arıyorduk. Yakılan Çakırbey Köyündeki yıkıntılar arasında iki kişi bulmuştuk. Bunlardan birisi seksen yaşlarında bir erkek, diğeri de doğum günleri yaklaşan hamile bir kadın idi. Komutan ‘Bu adam zaten gebermiş’ deyip tekmelemeye başladı. Sonra da ‘İki kişi kadını kollarından tutsun’ dedi. İki asker korkudan titreyerek ayakta duramayan kadının kollarından tuttu. Komutan ‘içinizden bu kadının karnını deşip, piçini çıkaracak olan var mı?’ diye sordu. Askerlerden ses çıkmadı. Daha sonra ‘Bu işi yapana kırk gün mükâfat izni vereceğim ‘ dedi. Bir asker öne çıktı. Her iki kolundan sıkıca tutulmuş olan kadının karnına süngüyü sapladı ve kadın hemen öldü. Çocuk yaşıyordu. Komutan ;’Bakın bakalım kız mı, erkek mi? Diye sordu. Asker ‘erkek’ deyince komutan; ‘Piçin erkek olduğunu tahmin etmiştim.’diye ekledi…

Şüphesiz ki Cumhuriyet dönemi katliamları sadece Zîlan Katliamıyla sınırlı değildir. (Dersim, Ağrı, Koçgirî vb.) Yazının fazla uzamaması adına sadece Zîlan ile yetiniyoruz.

 

Burada Cumhuriyet yönetiminin yaptığı zulüm ve katliamlara bir örnek vererek yetinmek istiyorum. Sadece bu örnek dahi ırkçılığın, şovenizmin, cahili hüküm ve düşüncelerin insanlık için ne derece tehlike içerdiğini anlatmaya yeter zannederim. Bu gün bütün bir dünyanın kan-revan içinde olmasının baş nedeni ırkçılık olsa gerek…

 

 

Türkiye’de de bunca kanın akmasının temelinde yine ırkçılık yatmaktadır. Bir asrı aşkındır başvurulan ırkçı uygulamalara yine ırkçı uygulamalarla karşı çıkılması, ne Türk halkına ve ne de Kürt halkına huzur ve rahat yüzü göstermeyecektir. Zira çirkinliğe çirkinlikle karşı konulması; ikinci ve belki de daha çirkince bir çirkinliğin ikamesi demektir. Cahiliye asabiyetidir ki, Müslüman kanının oluk gibi durmadan akmasına, canların gitmesine neden olmaktadır-olacaktır. Dolayısıyla bu sorunun çözümü, inanç-akide zemininde ve hakkaniyet ölçülerinde aranmalıdır. RabbulÂlemin buyurmuyor mu; ‘aranızdaki ihtilaflarda Allah’a ve Resulüne götürün’ diye. Evet, çözüm yeri ve makamı mutlak suretteAllah ve Resulü olmalıdır. Türk’ün de, Kürd’ün de, Arab’ın da, Fars’ın da, istisnasız her inananın yapması gereken ve tek felaha açılan kapı budur... Aksi halde birbirimizi boğazlamanın ötesine geçemeyiz. Nitekim şimdiye kadar bu yollarla bunun ötesine geçemediğimiz-geçilemediği gibi…

Aslında çözüm ve süreçten önce ele alınması gereken bir konu daha vardır. Kanaatimce bu konu; çözümün de, sürecin de hayra bağlamanın hayırlı anahtarı mesabesindedir. Bu da bütün inananların sekülerizm milletinden kurtulmasıdır. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyetine geçiş sürecinde ve devamında  “SEKÜLERİZM”  illeti halkın arasında yayılması yoluna gidildi. Harf inkılâbı ile bütün halkın, geçmişi ve kültürü ile bağı kesilmiş; köksüz ve kültürsüz bir halk meydana getirme gayretkeşliğine düşülmüştür. Laisist bir insan tip(sizliğ)i var edilme bahtsızlığı yaşatıldı. Türkler böylesine bir zulme maruz bırakılırken; Kürtler toptan ‘YOK’ sayılmak istendi. Kürdistan’daki medreseler, eğitim-bilim kurumları gaddarca yasaklanmış ve Kürd halkı bir yandan kıyıma tabi tutulurken, bir yandan da hayatta kalabilenler cehalete mahkûm edilmiştir.

 

Sekülerist bir nesil yetişmesi;“ÜMMET” bilincini dinamitlemiştir. Osmanlının yıkılış serüveninin en etkin unsuru sekülerist gelişmelerdir. Bu düşünceye binaen ırkçı eğilimler başgöstermiş ve asırlarca yekvücut olan halklar, düşman kamplara ayrılmıştır. 19. Yüzyılın sonlarında başlayıp; 20. Yüzyılda ve şu anda başında bulunduğumuz 21. asırda da devam eden Türk ırkçılığı; Kürt ırkçılığının da doğmasına neden olmuştur. Başka bir ifade ile vahşi Avrupa; Türk halkı içinde ayartabildikleriyle kocaman bir Osmanlının bakiyesi halkları laisizm girdabına sokmaya, kişiliksizleştirmeye, köksüzleştirmeye çabalamıştır. Bir asırlık bir gayret sonucunda hatırı sayılır derecede başarılar sağlamış, ama hala süfli emellerini tam olarak gerçekleştiremediği düşüncesinde olmalı ki, hala kara bulutlar gibi üzerimizde varlığını sürdürme gayretindedir. Ayrıca yüz yıl önce Türk jakobenlerle istedikleri şekilde sonucuna erdiremeyen bu vahşet timsalleri; şimdi de Kürt halkı arasında aynı jakobenlikte bir oluşturmanın peşine düşmüş bulunmaktadırlar. Evet, şimdi de asırlardan beri ilim havzalarının çocukları olan Kürtleri laikleştirme, sekülerleştirme, kültürsüz ve köksüz bırakma çabasındadırlar. Zira bunca zulümlerle, katliamlarla, yok saymalarla Kürt halkı devlet eliyle yok edilmeye, asimilasyona uğratılmaya çalışılmış; beklenen randıman alınamamış. Bu gün Kürdistan’daki ırkçı gelişmeler aslı itibariyle ırkçı Jön Türklerin mamulü olma durumunda olan Jön Kürdler eliyle gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

 

Günümüzde Kürt sorunu, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir halk ve hak sorunudur. Bir halkın fıtrattan kaynaklanan var olma sorunudur. Kürd halkı amasız, fakatsız olarak haklarının tümüne sahip kılınmalıdır. Bu hakları tek, tek saymanın anlamı yoktur. Türkiye sınırları içinde hiçbir şovenizme yer verilmeden, bütün vatandaşların hakları eşitlenmelidir. Tam anlamıyla bu topraklarda kardeşlik hak ve hukuku hayata geçirilmelidir. Eğitimden sanata, bilimden kültüre, ibadetten fikir ve düşünceye, ekonomiden ticarete, hayatın her alanında özgürlükler ve haklar eşitlenmelidir. Resmi dilin tekliği, tedrisatın tevhidiliği, devletin ulusalcılığı gibi pek çok konu ve alanda acilen gerekli değişikliklere gidilmelidir. Zira halklar arasında bir çatışma veya uyumsuzluktan ziyade, bu coğrafyada halklara rağmen şovenist mihraklar tarafından çatışmalar sürüp gelmektedir.

Değişmeler zoraki değil; haklar temelinde gerçekleştirilmelidir. Ne güvenlik devleti ve ne de ulusalcı, silahlı örgüt mantığı işin içine sokulmamalıdır. Halk ne devlet eliyle ve ne de örgüt eliyle silaha kurban edilmesi kabul edilecek bir şey değildir. Silahlar kesinlikle devre dışı bırakılmalıdır. Hiçbir şekilde unutulmamalı ve göz ardı edilmemelidir ki; bu ülke sınırları içerisinde yaşayan halkların tamamına yakını Müslüman’dır. Ve yine unutulmamalıdır ki Rabbimiz, bütün Müslümanları (inananları)kardeş ilan etmiştir. Müslüman, Müslüman’a asla haksızlık edemeyeceği gibi; aynı zamanda hiçbir canlıya da haksızlık edemez, etmemelidir. Hiç kimse, (bu ülkede yaşayanlar) bu aşta benim tuzum yoktur diyemez vedeme hakkına sahip değildir. İki kardeş halk arasındaki gerçek beraberliğin (hatta ümmeti oluşturan bütün halkların) yeniden tesisi için her bir fert elinden gelen gayreti göstermek zorundadır. Aksi çabalar bütün bu halka(halklara) yapılacak ihanetten öteye gitmemiş ve gidemeyecektir. İnancımız; ölümü-öldürmeyi değil, yaşamayı ve yaşatmayı emir buyurmaktadır. Şu halde en büyük sorumluluk, devlet yöneticilerine düşmektedir. Hiçbir örgütün, fırkanın, iç veya dış mihrakın gazına veya oyununa gelmeden, aklıselim bir şekilde başta Kürd vatandaşları olmak üzere, bütün vatandaşlarının haklarını kapsayacak bir şekilde anayasal, yasal düzeltmelere gitmelidir. Hiçbir kural, kaide ve benzerini, insan hayatının önüne alınmamalıdır. Yine unutulmamalıdır ki; devlet mekanizması hayatı kolaylaştırmak içindir. Hayatı vatandaşa zehir etmek için değildir.

Şimdi yeryüzünün neresine bakarsak; ya kan akmakta, ya feryadı figanlar yükselmekte veya bir kısım insanlar zorunlu olarak ses çıkar(a)mamaktadırlar, susturulmaktadırlar. Ama şurası yine bir gerçektir ki, yeryüzü sathında insanca yaşayabilen çok ama çok az insan bulunmaktadır. İnsanlar arasında yaşanan her türlü problemin çözümü konusunda yeni, adil ve hakkaniyete dayalı kıstasların devreye konulması kaçınılmaz hale gelmiştir derken; bu da elbette ki küresel diktatörler ve hegemonist yapıların işine gelmeyecektir. Zaten dünya hayatı bir bakıma mücadele arenası değimlidir ki? O zaman eğer bir mücadele verilecekse; hakka ve halka doğru şerefli bir mücadeleye girmek lazımdır. Nerede olursa olsun, hakkın yanında ve nerede olursa olsun zulmün karşında olma hasleti edinilmezse; haklılar ve haksızlar birbirine karışır ve bütün bir insanlık olarak yok olmaya doğru yuvarlanmaya devam ederiz.

 

Hal böyle olunca Kürd Meselesinin çözümü de ne ırki bir mücadele ile ve ne de askeri /militarist önlemlerle olur. Mesele, sadece Türkiye içindeki güvenlik önlemleriyle çözülemeyeceği gibi, sadece Türkiye sınırları ile kalınarak da çözüme kavuşulamaz. Hatta dört parçalı Kürdistan’ın bir bütün haline getirilerek de çözüm elde edilemez. Şayet olsaydı, Araplar bir devlet değil onlarca devlete(!) sahip olmalarına rağmen, huzur elde edememişler. Türklerin de devletleri vardır, ama Türklerde de aynı huzursuzluk ve kargaşa vardır. Şunu söyleyelim ki; huzur, güven, rahat bir devlete sahip olmakla elde edilemiyor! Bu durum ancak hakkaniyet ve adaletin tesisi ile mümkün olur ve olacaktır. Devlet salt yapısıyla insana huzur vermez, devletine hakkaniyet ölçüleri üzere olması huzur verir.

“Bunlar iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28)

 

Allah’ı anmak elbette sadece zihni Allah kavramı ile meşgul etmek değildir. Eğer öyle olsaydı Hıristiyanlık mistisizminde ve daha pek çok batıl inanç sistemlerinde bu uğraş vardır. Ama huzur ve güven bir türlü elde edilememiş ve edilememektedir. Çünkü Allah(cc)’ı anmak demek; Onun hükümlerine teslim (Müslüman) olmak, hâkimiyeti O’na irca etmek ile mümkün olacaktır. Haliyle Kürd sorununun çözümü de bu minval üzere kalıcı bir barış ve huzuru getirebilecektir. Bu bağlamda Kürd meselesinin çözümü ümmeti bütünleştirici olur. Başka türlü nasıl olursa olsun ayrıştırıcı olur, bölücü olur. Bu ayrıştırıcılık sadece ümmet için değil; Her bir halk için, her bir toplum için, hatta her bir aile için dahi ayrıştırıcı olur, sıkıntı olur, huzursuzluk olur, kan olur, gözyaşı olur, feryat olur, figan olur.

 

Mülkü gerçek sahibine teslim etmek! Çözümün her türlüsünde müracaatı ilahi hükümlerde ve O’na teslimiyette aramak! Bütün Müslümanlar olarak bunun bilinç ve şuurunda olmak dilek ve temennilerimle…