21 Kasım 2024
  • İstanbul13°C
  • Ankara17°C
  • Van9°C

İSLAM TARİHİ, SİYASET VE DERİN KIRILMA*

Yavuz Yılmaz

10 Eylül 2018 Pazartesi 14:19

 

Siyaset, iktidarın oluşumunu, nasıl biçimlendiğini, başta devlet olmak üzere yönetimle ilgili kurumları, kavramları ve aralarındaki ilişkileri inceleyen çalışma alanıdır. Siyaset felsefesinin temel soruları,

1-Kimin yöneteceği

2-Ne adına yöneteceği

3-Nasıl yöneteceği

4-Nasıl denetleneceği ve görev süresinin ne olacağı gibi sorularıdır.

            Hiç şüphesiz siyasal tarih büyük ölçüde bu soruların etrafında yapılan tartışmaların ve geliştirilen teorik görüşlerin ortaya çıktığı bir alandır. İlk defa Sofistlerin ortaya attığı devletin insan doğasına aykırı olduğu ve bundan dolayı gerekli olmadığı düşüncesi, İslam dünyasında Haricilerin bazı kollarını dışında etkili olmamıştır. Ezici çoğunluk insanların bir arada yaşamaları için bir organizasyona ihtiyaç duyulduğu görüşündeydi. Tartışmalar bu organizasyonun nasıl oluşacağı  ve ne şekilde işleyeceği konusunda ortaya çıkmaktadır.

Hz. Peygamber yaşadığı dönemde bu sorular Müslümanların gündemine hiç gelmemiştir.  Çünkü Hz. Peygamber,Allah tarafından gönderilmiş son elçi olduğundan, tartışmasız otorite idi. Asıl sorunun onun vefatından sonra,yerine kimin geçeceği konusunda ortaya çıkacağı tabidir.                                                                                       

 İslam siyaset ilişkisi incelendiğinde ilk tespitimiz bu konuda Kur’an ve Sünnette çerçevesi net  biçimde çizilmiş bir devlet tasarımı ve yöneticilerin hangi yöntemlerin kullanılarak seçileceği,ne kadar görev yapacağı, hangi şartlarda görevden azledileceği gibi  konularda açık belirleme olmamasıdır.

Hz Peygamber’in ölümünden sonra devletin şekli ve özellikle de yöneticilerin seçiminin hangi yöntemle yapılacağı konusunda, Şii ve Sünni kaynakların bazı iddialarına karşın, açık beyanı olmamıştır. Eğer bu konuda açık bir tavır ve beyan olsaydı, Hz. Peygamberin vefatından sonra bu konu uzunca bir süre tartışılmazdı. Bu tavır bize konunun önemsizliğini göstermemekte, tam tersine siyasi konuların ümmetin içtihadına bırakıldığını göstermektedir. Ancak siyaset konusuna dinin tamamen tarafsız kaldığını söylemek mümkün değildir. Kur’an’da devletin şekli gibi formel konulara değil, bu konuda uyulması gereken ahlaki ilkelere vurgu vardır. Dolayısıyla içtihat ederken bağlayıcı olan ilkeler burada da geçerlidir. İslam açısından bağlayıcı olan, Müslümanların tasarladıkları devlet biçimi ve siyasetle ilgili konularda varılacak sonuçların değerler alanında Kur’an’ın temel ilkelerine aykırı olmamasıdır.                                                                                                                                                                                                               İslam Tarihi Hz. Peygamberin ölümünden sonra yeni bir aşamaya gelmiştir. Şii ve Sünni tarihçilerin bütün iddialarının aksine, Hz. Peygamberin kendisinden sonra yönetim biçimi ve yöneticilerin hangi yöntemlerle seçileceği konusunda açık bir bilgi vermemiş olmasının siyaset açısından önemli bir anlamı vardır. Müslümanlar kendi tarihsel birikimlerine, kültürel donanımlarına ve ümmetin ihtiyaçlarını göz önüne alarak bir model geliştireceklerdir. Modelin formel çerçevesi belirlenmemiştir, ancak bu konuda uyacakları ahlaki sınırlar belirlenmiştir.

            Hz. Peygamber’in vefatından sonra Hz. Ebubekir ittifakla seçilmiştir. Önemli olan nokta Hz. Ebubekir’in seçildikten sonra verdiği hutbede “Allah’ın halifesi” kavramını kullanmayıp, “ümmetin halifesi” kavramını tercih etmesidir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ebubekir, Allah’ın halifesi” kavramını kullanmasının doğuracağı sakıncaları görmüştür.

            Hz. Ebubekir kendisinden sonra gelecek olan halife için, kendi seçiminden farklı bir yöntem denemiştir. Hz. Ömer’i aday gösteren Hz. Ebubekir’in bu fikri ümmetin onayı alınarak büyük bir çoğunlukla kabul edilmiştir.

Hz. Ömer,  daha da farklı bir yöntem deneyerek altı kişilik bir şura tayin etmiş seçimi onlara bırakmıştır. İlk iki halifenin farklı yöntemler takip etmeleri açıkça gösteriyor ki, bu konuda belirlenmiş açık bir yöntem yoktur. Hz. Osman dönemi ilk siyasal anlaşmazlıkların ortaya çıktığı, Ümeyyeoğullarının bürokratik kademelerde ağırlık kazandıkları, valilerden şikayetlerin yoğunlaştığı bir dönem olmuştur.

Hz. Ali’nin hilafet dönemi ise iç karışıklıklara sahne olmuştur. Cemel ve Sıffin savaşları İslam tarihinde derin izler bırakmış ve mezhebi bölünmelerin keskinleşmesine yol açmıştır.

İslam siyaset teorisinde yönetici seçimi için bağlayıcı ilkeler şura, seçim ve biattır. İlk dört halifenin seçiminde bu ilkeler temel alındığı açıktır.

İslam tarihinde en büyük siyasal paradigma değişimi Ümeyyeoğullarından Şam valisi Muaviye’nin hilafet makamına geçmesidir. Bu durum sadece tarihsel bir olay olmakla kalmadı, gelecek zamanlardaki İslam siyasal düşüncesini de derinden etkiledi. Muaviye hiç şüphesiz büyük bir siyaset dahisiydi. Bu yönüyle o, dört Arap dahisinden biri sayılıyordu. Muaviye ve oğlu Yezid’in hilafete geliş süreçleri göz önüne alındığında artık ilk dört halifenin seçiminden köklü bir paradigma değişimine işaret etmekte olduğu açıktır. Bu köklü paradigma değişiminin temel parametreleri şunlardır:

1-Hilafet modelinden saltanat modeline geçişi sağlaması.

2-Arap ırkçılığının yükselmesini neden olması.

3-Mevaliye karşı uyguladığı politika hoşnutsuzluk yaratması.

4-Kabile anlamında Ümeyyeoğullarına, akide anlamında cebriye ve mürcie anlayışına yaslanması.

5-Oğlunu bilinen zorba yöntemlerle hilafete getirerek yeni bir siyasal anlayışı yerleştirmesi.

            Muaviye’nin iyi bir siyaset teorisyeni olduğu taraflı tarafsız tüm tarihçiler tarafından teslim edilmektedir. Şu ifadeler Onun insan ilişkilerindeki başarısını göstermektedir: “İnsanlarla kendi aramda hiç koparmadığım bir bağ vardır. Muhataplarım bu bağı gerdiklerinde (yani ilişkiyi koparmak istediklerinde) ben ipi gevşetirim ve ilişkinin bir şekilde devamını sağlarım. Onlar benimle aşırı yakınlaşmak ve mesafeyi azaltmak için ipi gevşetirlerse,bu defa ben ipi gerer, bağın sürekli fakat aynı mesafede kalmasını sağlarım”(İbn Kuteybe’den Aktaran Adem Apak, Anahatlarıyla İslam Tarihi, cilt 3,s: 36)

            Muaviye’nin ilk defa, kendinden önceki halifelerin kullanmadığı “Allah’ın halifesi” kavramını kullandığı görülmektedir. Bununla kendine eleştirilere karşı metafizik bir zırh olarak kullanmayı amaçladığı açıktır. Muaviye ayrıca merkezi, otoriter bir devlet anlayışının temellerini atan; seçim, şura, biat gibi İslami yöntemler yerine zorla biatı getiren bir siyasal aktördü. Biat tarafların özgür iradesiyle yaptıkları bir siyasal sözleşme iken, insanların özgür iradelerini yok eden bir yönteme dönüştürüldü. Yönetimde adalet ilkesi yerine devletin devamını ön plana çıkaran ve tüm İslami kavramları devletin devamı için semantik bir müdahale yaparak içeriklerini dönüştüren bir ideolojik anlayışın önünü açtı. Devletin devamı için kardeş katline bile cevaz veren bir geleneğin öncüsüdür Muaviye. Bundan dolayı Hz. Ömer, Muaviye hakkında “Yanınızda Muaviye olunca Kisra ve Kayser’i hatırlarsınız”( Taberi’den aktaran, Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar, Denge yayınları, s: 80) demesi konumu hakkında yeterince bilgi vermektedir.

            Hiç şüphesiz bunun için meşrulaştırıcı bir ideolojik alt yapı da gerekiyordu. Muaviye aradığı desteği Cebriye ve Mürcie mezheplerinde buldu. Cebriye insanın her türlü eyleminin önceden belirlendiği anlayışından yola çıkarak, insan özgürlüğünü yok eden bir sonuca varıyordu. Mürcie ise suçların cezasını ahirete erteliyordu. Bu iki anlayışı siyasal alana tercüme ettiğimizde ortaya çıkan sonuç şudur: Mademki, her şey Allah tarafından önceden belirleniyor ve kişilerin tüm yargılaması ahirete aittir, o halde siyasi aktörler yaptıklarından sorumlu tutulamazlar. Çünkü Allah ezelde Muaviye’nin iktidara geleceğini yazmıştır. Dolayısıyla eleştirel yaklaşan herkesi Allah’ın kaderine karşı çıkmakla suçluyordu. Hiç şüphesiz çarpıtılmış kader anlayışının amacı, iktidara yönelecek eleştirilerin önünü kesmekti. Bu anlayış ne yazık ki, İslami geleneğe yerleşmiş ve bugün bile etkisini her alanda göstermektedir.

            Muaviye’nin kader anlayışının ana noktası yöneticilerin yaptıklarından sorumlu tutulup tutulmayacakları sorusuyla doğrudan ilintilidir. Bundan dolayı kader doktrini büyük ölçüde bu siyasi tartışmanın ışığında şekillenmiştir. Ancak devlet gücünü arkasına alarak en küçük muhalefeti yok etmeyi amaçlayan bu anlayışa karşı büyük İslam alimleri eleştirel davranmaktan geri durmamışlardır. Bir taraftan Hz. Aliye bağlı Şia geleneği ayaklanmalara varacak fiili mücadele başlatırken; Ebu Hanife ve Hasan Basri gibi alimlerde sivil itaatsızlık olarak adlandırılacak pasif direnişin öncüleri oldular. Bütün gayretlerine karşın Muaviye İslam alimlerinin eleştirilerinden kendini kurtaramamıştır. Hasan Basri onun hakkında şu eleştirileri sıralamaktadır: “Muaviye’nin dört işi var ki bunlardan birini alelade biri yapsaydı kendi hesabına çok tehlikeli olurdu. Birincisi; o, ümmet üzerindeki hakimiyetini şura ile değil kılıç zoruyla elde etti. İkincisi; oğlunu veliahd tayin etti. Oysa ki kendisi Yezid’in ayyaş hafif meşrep, ipek giyen alemler düzenleyen biri olduğunu biliyordu. Üçüncüsü; Sümeyye’nin oğlu Ziyad’ı nesebine ilhak ederek Rasulullah’ın haram kıldığı bir işi irtikab etti ve devlet memurluklarını akrabalarıyla doldurdu. Dördüncüsü; Hicr ve arkadaşlarını katletti.”(İbn-i Kesir’den aktaran Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar, s: 80) Muaviye ile oluşan sistem büyük hukukçu-imamları devlet görevine getirerek sistemi meşrulaştırma politikasına prim vermediler ve sivil alanda kalarak yüzyıllardır kullanılacak İslam fıkhının temellerini attılar.

            Hiç şüphesiz İslam’ın devlet anlayışı Batılı anlamda bir teokrasi olamaz; çünkü Tanrı’nın adına hareket eden Papa ve kurum olarak kilisenin karşılığı yoktur. Daha açıkçası Muaviye’nin temellerini atmaya çalıştığı sistemin aksine hiç kimse Tanrı adına hareket edecek bir ayrıcalığa ve yetkiye sahip değildir. Ne yazık ki tarihsel süreçte adalet merkezli bu anlayış yerini, devlet merkezli dini anlayışa terk etmiştir. Bu dönüşümde en önemli olaylar Emevilerin bilinen yöntemlerle iktidara gelişi ve Moğol saldırılarıdır. Emeviler dönemi, İslam tarihinde kuvvetli bir bürokratik gelenek oluşturması bakımından kırılma noktasına işaret eder. Hz. Peygamber’in ölümünden kısa bir süre sonra, özelliklede Emeviler döneminden itibaren kurulan baskıcı rejimler yüzünden, İslam siyaset teorisini oluşturan İbn Cema, Maverdi, Gazali gibi düşünürler istikrar ve devamlılığı, bir ölçüde adil bir yönetim arayışlarına tercih etmişlerdir. Emeviler’den beri süregelen katılıma kapalı, devletin devamlılığını her türlü değerden üstün tutan, bireye karşı devlet anlayışlı siyasal retorik, çeşitli tarihsel aşamalardan geçerek Türkiye Cumhuriyeti’nin de siyasal reflekslerini geniş ölçüde belirleyici olmuştur.

            İslam dünyasının içine düştüğü siyasal bunalım büyük ölçüde geçmişten devranılan mirasla ilgilidir ve siyasal alanda köklü bir paradigma değişimi için bu sorunlu mirasın analiz edilmesi sağlanmalıdır. Bu sorunlu siyaset anlayışının yüzyıllarca eleştirilmemesinin arka planında içtihat kapısının kapatılması da önemli bir etken oluşturmuştur. İçtihat kapısının kapanmasının yarattığı fikri durgunluk hayatın her alanında olduğu gibi siyaset alanında da otoriter düşüncelerin yerleşip kökleşmesine neden olmuştur.

            Cabiri’nin isabetle belirttiği gibi yeni bir siyaset fıkhına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaca ne imamet mitolojisi anlayışı ne de Muaviye’nin temellerini attığı hilafet-saltanat modeli cevap verebilir. Devletin kutsallığı yerine hukukun üstünlüğü fikrini temel alan, açık ve şeffaf bir yönetim anlayışını benimseyen; seçim, şura ve biat anlayışını güncelleyerek oluşturulacak yeni bir siyaset anlayışına ihtiyaç olduğu açıktır.

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.