21 Kasım 2024
  • İstanbul19°C
  • Ankara10°C
  • Van8°C

GENÇ İLE İHTİYAR*

Necmi Kaya

10 Eylül 2018 Pazartesi 15:04

Ama artık sulhun olmaması için sanki mekânlar yıkılıyor,  içinde ne varsa yakılıyor. Yıkılan her mekânın parçaları bir yanımızı temsil ediyor. O parçaların kaybolması bizi yalnız ve birbirimize yabancı yapıyor.

 

Yıkılan eski bir yapının içinde geziniyordu.  Nakışlı bir cübbe, işlemeli bir rahle ile yazılı birkaç kâğıt parçasını gördü. Yarısı yıkılan duvarın dibinde duruyorlardı. Yaklaştı, eğildi ve gördüklerini yerden kaldırdı. Kâğıt parçalarına yazılanlar, bir hattata yakışır tarzda zarif ve kusursuzca yazılmıştı.  Cübbeyi silkeledi, katlayıp rahlenin üstüne bıraktı; yazılı kâğıt parçalarını da el çantasına koydu...

Yarısı yıkılan duvarın diğer tarafına çömelen ihtiyar, beyaz küçük kâğıt parçasının içine bıraktığı tütünü sarmakla meşguldü. Tütünü istediği kıvamda incelttikten sonra yaktı, bir nefes çekti. Genç adam, yerde gördüklerini itinayla topladıktan sonra ihtiyarın çömeldiği tarafa yöneldi. Yıkılan medresenin adını sordu. İhtiyar, sardığı tütünden ikinci bir nefes daha çekti. Şalvarının üzerine dökülen tütün kırıntılarını temizledi. Başını kaldırdı, genç adama baktı:

“Sur’da medrese çok, ne yapacaksın buradakinin ismini? Hem o topladıklarını da enkazların içine at gitsin. Onları değerli bir cevher gibi topladığını gördüm. Surlara faydası olmayan eşyanın sana da faydası olmaz.” dedi. Genç adam bu cevabı hiç beklemiyordu. İtinayla topladıklarına ihtiyarın “at gitsin” demesine şaşırdı:

“Bunlar bir seydanın en değerli eşyalarıdır: Cübbe peygamber hırkasıdır, rahle ilim masası, kâğıtlar da ilmin gelecek nesillere taşınması içindir.” dedi. İhtiyar, cevabı anlamlı buldu, başını salladı ve onayladı:

“O dediklerin uzun zaman önceydi.  Onlarla ilim dağına tırmananlar kutsal bir yürüyüşe çıkarlardı. Her attıkları adım onları uykusuz bırakır, doymak bilmeyen bir görünümle gece güne ulaşıncaya kadar hırkayı üzerlerinden çıkarmazlardı. Dizleri, genç bedenleri kendine çeken eğlencelerin yoluna girmemek için yere yapışır,  rahleye kenetlenirdi. Rüzgâr onları alır, ilim dağının tepesine çıkarır, söylediklerine herkes inanır ve uyardı. Aradan yıllar geçti, dünyanın süsü nakışla hırkaya işlendi, adına ondan cübbe dediler. Rahle, ceviz ağacından işlemeli yapılınca üzerinde öğrenilen ilmin basireti kayboldu. Seydalık dünya makamı oldu,  taraf olmaları için de seydalara “kanaat önderi” dediler. Seydalar, gerekli gereksiz her şeyde günün ülkü adamları yapıldılar. Çantana attığın kâğıtlara da insanların hırsı ve istekleri işlendi.” dedi.

 Genç adam:

“Ben ilmin emektarlarını aramıyorum, yıkılan surları onaracak gayretli ellere nasihat vermeye de gelmedim.  Sabırlı ve ilmi arzulayan bir niyetim de yok. Yıkıntılara dökecek gözyaşlarım kalmadı. Vahşi bir neşeyle kimseyi suçlu ilan etmenin merakını da taşımıyorum. Aradan bin yıl geçse de eşyanın insan hayatındaki değeri hep olacak. Taşı biçimlendiren ustadan söz edilirken kullandığı alet unutulmayacak, aletin değeri hep bilinecek. Seydaların isimleri de bunlarla anılacak. Gönlüm, yıkıntıların tozları altında eşyaların kalmasına izin vermiyor, ondan topladım.” dedi.

 İhtiyar, sardığı tütünden derin bir yudum daha çekti. Genç adamın sınır belirlemeyen sözleri hoşuna gitmiş olacak, yüzüne şefkatli bir bakış attı:

“Dilin bunları diyor, ama gönlün aynı şeyi demiyor. Terk edilen ve yıkılan diyarlara bak. İnsanın nankörlüğü, hırsı ve büyüklenişi onları bu hale getirdi. Seydaların yokluğunda insanlar asileştiler, kimsenin sözü kar etmemeye başladı. Kendilerine seyda diyenler de ya asabiyete ya da sultanlığa boyun eğdiler. Siyaset ilimsiz yükseldi, iktidarların her söylediğine avam inandı. Yıllar önce ilim arzulanırken sükûnet kapımıza gelirdi. Kavgasız yaşar ve her şeyi sonsuza kadar idrak ederdik. Dudaklardan dökülen her sözün değeri artar, tesiri günlerce üzerimiz de kalırdı. Şu yıkık medresenin yanına yaklaşanlar, içerde ilim öğrenenleri rahatsız etmemek için seslerini kısar, kahkaha atmadan sessizce yanından geçerlerdi. Onların bahşettikleriyle yıllarca orada ilim öğrenildi, seydalar çoğaldı. Fakihler, itaati, idare etmeyi ve kendine hâkim olmayı onların zamanında getirmedikleri zekâtların sayesinde öğrendiler. Orada avam gibi kuru ekmek yediler. Soğuk mevsimlerde onlar gibi üşüdüler, yoksulluğun ağır yükünü sırtlarında taşıdılar. Hoş kokular barındıran sofralara bakmadılar. Yumuşak ve sıcak yatakları hayal etmediler. Avamın içinde avam gibi yaşadılar. Her biri insanlığın değerli bir çobanıydı, sırtlarında taşıdıkları ağır taşların farkındaydılar. Küflü peynir, bayat ekmek birçoğunu hasta ederdi. Ama gelen nimete kusur bulan ve şikâyet edeni azdı. Uzun zamandır, o günleri arıyorum. Bu günden sonra da bulacağımı da sanmıyorum.”  dedi.

 Genç adam içten bir sesle: “Topladıklarımı atarsam sence o günler geri gelir mi?” diye sordu.

“Gelmez. Çünkü insanın ilim öğrenilen mekânlara saygısı kalmadı ki oradan çıkan seydaya ve ilmine saygısı olsun. Bu diyarlar birbirine düşman çok kavim gördü, kavganın her çeşidine şahit oldu. Bu mekânlarda sulh yaptı.  Ama artık sulhun olmaması için sanki mekânlar yıkılıyor,  içinde ne varsa yakılıyor. Yıkılan her mekânın parçaları bir yanımızı temsil ediyor. O parçaların kaybolması bizi yalnız ve birbirimize yabancı yapıyor. Topladıkların o mekânların bir parçasıdır, sözlerin de hasreti gösteriyor. Yalnızlıktan korktuğun için o parçalara sarılıyorsun.” dedi.

 Genç adam:

            “Senden saklayacak değilim, hasret her geçen gün beni yalnızlığa itiyor. Tanıdığım bir seydanın memleketindeyim. İlmini sever, değerini bilirim. Yorulan ruhumu yeniden inşa etmek için ona benzeyenleri arıyorum.” dedi.

            İhtiyarın, “Kimdir o seyda?” diye  sorduğu soruya: Genç adam, “Molla Mansur” diye cevap verince, ihtiyar:

“Allah rahmet etsin.  Birçok medresenin üzerinde etkisi vardı. Buralara sık gelir, seydalarla günlerce konuşurdu.  Yıllarca buralara bakmakla meşgul oldum, çok seyda gördüm ve ziyaretler hiç eksik olmadı. Ama o buralara gelince, medreseler şenlenirdi.” dedi.

 Genç adam:

“Ona benzeyen veya onun gibi yaşayan birilerini nerde bulabilirim?” diye sordu.

İhtiyar:

 “Boşuna umut edip ömrünü duygu sarhoşluğuyla geçirme. Benim görevim yıllarca buraların temizliği ve bakımıydı.  Avlularda yıllarca seydalık ateşiyle aynı şeyi tartışan genç fakihleri gördüm, onlar tartıştı, ben hep dinledim. Yüreğime yeni bir ısı verecek hükümleri çok az duydum. Hükümleri senin aradığın molla gibi yürekleri yakarak bu güne taşıyanlar her geçen gün azaldı. İlmi günün şartlarına yorumlamak kolaydır, yüreklerde ısı yaratmak zordur. Git seyda ve mollalara bak! İçlerinde ilim öğrenmeden önce toprağı işlemeyi öğrenenleri ayır.  Kollarıyla toprak kazmaya talih; kuru buğday tanelerine şükür diyenin yanına yaklaş. Mütevaziliğinden toprak, olgunluğundan ilim kokuyorsa, yaklaşmışsın aradığın mollaya benzeyen birine.” dedi ve çömeldiği yerden kalktı.

             Genç adam ihtiyar uzaklaşırken son söylediklerini düşündü.  Birkaç defa içinden “Toprak ve ilim” dedi. İhtiyar gözden kaybolurken çantasına koyduğu kâğıtları çıkardı, cübbenin cebine koydu. Ardından rahle ile cübbeyi aldığı yere bıraktı...       

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.