21 Kasım 2024
  • İstanbul19°C
  • Ankara10°C
  • Van8°C

DÜŞÜNCE KIŞI…*

Seyfullah Yürek

10 Eylül 2018 Pazartesi 15:24

Varlık, kozmik boşluğa serpilmeden; zaman, beşer için akmaya başlamadan;insan, Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarının tezahürünü müşahede etmeden evvel;düşüncenin öznesi de, konusu da, objesi de yoktu. Biz fâniler için yoktu… ‘Emanet’ Âdem’e tevdî edilmemişti. “İlim bir noktayken, onu insanlar çoğaltmamış”tı. Desenleşmemiş çizgi, bütün renkleri örtüleyen ve aydınlığın varlığına muhtaç karanlık; ‘araza’ dönüşmemiş ‘cevher’, hareketi sinesinde barındıran sükûn… Her şey insan için birer muammaydı…

Rabbimiz bilmemizi murat etti. Onun içindir ki bilgi, bilgiyi idrâk edecek varlığın; yani insanın yaratılışıyla yaşıt… Bir ikram, lütuf, şükrü gerektiren bir bağıştır düşünce… Hakikati duyumsamanın ve varlığı anlamlandırmanın vasıtasıdır. Zaman ve mekânla kayıtlı olan varlığımızı, ötelere taşımanın kaldıracı, ömür sermayesini bereketlendirmenin yordamıdır. Nedenselliği, kevnî ve toplumsal yasaları, hayatı idrâk etmenin aracıdır. Tekniğin, felsefenin, sanatın kaynağıdır. Bilinenden bilinmeyene, zâhirden bâtına yolculuktur. Varlık hiyerarşisindeki yerimizi kavrayıştır. Evrende içkin ve aşkın olan hakikatleri arayıştır. Allah’a ve ukbâya, ebedî selâm yurduna götüren yollara yöneliştir. Bu sebeptendir ki Cenâb-ı Allah; tefekkür etmenin, varoluş üzerinde düşünmenin, kitabı ve hayatı okumanın önemini tekraren vurgulamış ve bizlere tavsiye etmiştir.

Yaratıcı’nın tavsiyesi, mahiyeti itibariyle bir emir, içinde mârufu barındıran hakikat ve kurtuluş içeren buyruktur. Vahyin muhatabı olan peygamberler ve onlara tâbi olan hikmet ehli, öğrenmenin ve tefekkürün önemini en fazla özümsemiş olanlardır. İslam düşünce geleneğinin temelini bu motivasyon oluşturur. Sınırsızlığın, sınırlı bir akılla kuşatılamayacağını idrakinde olan; fakat tefekkür ile hayatı imar ve inşa etmenin mümkün olduğunu bilen bir akıl… Akıl ve kalbin, gerçeği ararken yoldaş olduğu bir yolculuk. Sezginin, keşfin, hayretin yârenlik ettiği bir çaba. Buldukça/bildikçe, bilinmeyenlerin çokluğu ile hayreti artan bir uğraşı… Tanrılaşan değil, Yaratıcıya ubûdiyete dönüşen ussal gayret… Karmaşık şeylerin, basit unsurlardan; bütünün, bileşenlerden teşekkül ettiğini, bütünün onu oluşturan parçalardan ‘farklı ve başka’ olduğunu gören bir bakış; somutun, soyuta giden güzergâhı imlediğini anlayan çaba… Bilginin şubelerinin ve birden fazla bilgi metodolojisi olduğunun bilincinde bir araştırma temayülü. Tahrip etmeyi değil, onarmayı; bozmayı değil düzeltmeyi merkeze alan gayret... Kartezyen değil, bütüncül bir bilgi serüveni. Madde ile mânâ arasındaki izdivac, görünen ile görünmeyen arasındaki mükemmel alaşım.

               İşte bu arayıştır ki, Mağripli İslam felsefecilerinin kalkış noktası; müfessirlerin, muhaddislerin ve kelamcıların yorulmak bilmez gayretlerinin ilham kaynağı olmuştur.

Elhamra Sarayı’nda sütûn, Semarkant’tarasathâne, Şeyh Lutfullah Camii’nde nakış, Hâfız’da mısra, Cabir Bin Hayyan’da simya, İbn-i Batuta’da seyahat iştiyakı, İbn-i Haldun’da içtimaiyât, Fergânî’de kojmoloji olmuştur.

               Dünyada bir yolcu gibi yaşayan, gurbette olduğu bilincini daima diri tutan Müslüman düşünürler, bu izafî ve geçici hayatın, Âhiret yurduna azık biriktirmenin bir evresi olduğunun farkındaydılar. Hayatı anlamlandırmak ve yaşanılır kılmak için, kısa yaşamlarımızın mânidâr uğraşlar için seferber edilmesi gerektiğini biliyorlardı. Evet, ömür kısaydı; fakat nesilden nesile aktarılması gereken ve kıyamete kadar devam edecek yaşamsal bir sürekliliğin olduğunu da biliyorlardı. İslam’ın dünya görüşünün, varlık tasavvurunun ve medeniyet ölçülerinin insanlığa yansıması, onu biçimlendirmesi şarttı. Kültürün ve inançsal öğretinin kuşaktan kuşağa gelişerek aktarılması gerekiyordu. Bu akış ve aktarımdaki duraksama, gerilemenin ve zevâlin de başladığı noktayı oluştururdu. Hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğün ezelî mücadelesi salt ahlâkî ve ibâdî zeminde değil, maddî ve ilmî alanda da sürmekteydi. Gecesini, yıldızların konum ve hareketlerini gözlemleyerek geçiren ve çizimler yapan bir kozmolog, trigonometrinin esaslarını inceleyen bir riyaziye uzmanı, elementleri tetkik eden bir hendese âlimi, mukavemet hesapları yapan bir mîmar, Yunanca bir felsefe metnini kritize eden feylesof, ism-i celâli tevâzû ve haşyetle yazan bir hattât, Kur’an’daki bir kelimenin etimolojisinin peşi sıra kabile kabile gezen Müslüman bir dilbilimci; aslında kulluğunu farklı uğraşlarla îfâ etmenin, hayatını mânidâr kılmanın ve medeniyetini inşâ etmenin çabası içerisindeydi.

               İslam düşünce tarihinin öncüleri,  komplekslerden ve savunmacı bir anlayıştan uzaktılar. Farklı medeniyet havzaları ve kültürlerinde üretilmiş olan bilgiyi dışlamak ve bilgi karşısında defansif bir tutum takınmak yerine, insanlığın ürettiği kültürel birikimin tamamını öğrenmeye, onu ayıklayıcı bir zihinsel tutum ile okumaya ve bu birikimi yorumlamaya çalışmışlardır.

Bir gerçeğe yaslanmanın, sonsuzluk perspektifine sahip olmanın, “insanlar içerisinden çıkarılmış hayırlı bir ümmet” olmanın bilinci ve özgüveniyle, “kaybedilmiş bir yitiğini” ararcasına öğrenme ve tefekkür çabası içerine girilmiştir. Yunan, Hint, İran, Avrupa uygarlıkları ile temas kuruldukça içe kapanmak, kendi doğrularına yaslanıp kültürel zindanında yaşamak veya hegemonik bir kibirle ötekini küçümseme yönünde bir tavır sergilenmemiş; bilakis yönetim, hukuk, şehircilik ve idarî yapılanmada Sasanî ve Roma uygarlıklarının medeniyet bakîyesinden yararlanıldığı gibi; düşünce, sanat ve mimarîde de kadim uygarlıkların kültürel üretimlerinden sentezci bir yaklaşımla istifade edilmiştir. Toptan ret ve kategorik dışlama, İslam kültür politikalarında karşılığı olmayan bir tutumdur. Çünkü: “Doğu da, Batı da Allah’ındır.” İlahî buyruğuna muhatap olan bir kuşağın, içe kapanmacı ve dışlayıcı bir zihinsel tutuma yönelmesi zâten çelişki arz etmekteydi. Miladî VIII. Yüzyıldan XIV. yüzyıla kadarki zaman kesitinde, İslam dünyasındaki düşünsel dinamizmin esin kaynağını söz konusu tutum belirlemiştir.

İslam toplumunun kendisi dışındaki kültür havzalarıyla temasının akidevî bulanıklık, tevhid ilkesiyle bağdaşmayan unsurların ithal edilmesi, saf öğretinin dejenere olması gibi etkilerinin olduğu muhtelif kesimlerce gündemleştirilmekte ve tartışılmakla birlikte; bu karşılaşmanın, İslam’ın kendi coğrafyasına hapsolmuş bir “kabile dini” veya “mahallî kültür” olmasını engellediği ve bir “yeryüzü projeksiyonunun” oluşmasına imkân sağladığı açıktır.

Epistemolojik Kopuş…

Her imkân, bir imtihanı; her araç çok yönlü kullanımı barındırdığı gibi; düşünce de, kutsalın rehberliğinden ve vahyin kılavuzluğundan yoksun kaldığında yönsüz, şaşkın, yıkıcı bir akışa duçar olmuştur. Bilginin ve düşüncenin ekseni Batıya doğru kaymıştır… Düşünürler bu makas değişimini “epistemolojik kopuş” olarak isimlendirirler. Bilginin, düşüncenin ve doğal olarak bilgiden kaynaklanan gücün yön değiştirmesi…  “Allah, bugünleri aranızda döndürüp durmaktadır.”

Söz konusu kopuş döneminde İslam coğrafyasında şöyle bir manzara ile karşılaşmaktayız: Zihinsel durağanlık,  düşünsel çölleşme, siyasî kargaşa, taklitçilik ve tekrarcılık, hasmını tanıyamamak, değişen dengeleri okuyamamak, bilginin evrildiği yönü görememek, jeo-stratejik değişimleri fark etmemek, oryantalizme karşı hazırlıksız olmak ve “karşı tanıma” çabasından uzaklık, İslam dünyasındaki fay hatlarını onarıcı tedbirler almamak, yeni ve kapsamlı “çatı organizasyonlar” ve ittifaklar ortaya koyamamak… Liste daha da uzatılabilir.

Özetlenecek olursa; XVII. yüzyıldan itibaren İslam dünyası düşünsel dinamizmini yitirmiş, “Doğu, kendi doğruları üzerinde uyurken; Batı kendi yanlışları üzerinde yükselmiştir.” Batı merkezli yeni bir düşünce ve bilgi dalgası ile karşılaştığımız bu dönem; göreceli olarak refah, ilerleme, mâmur şehirler, teknolojik atılımlar, tarım toplumundan endüstri toplumuna geçiş, skolastik düşüncenin mevzi kaybetmesi, kapitalist ekonomi modellerinin yükselişi, ulusçuluk, kolonyalizm, liberalizm, “büyük anlatıların” önemini yitirmesi, bireyselleşme, kutsaldan arındırılmış hayatlar, sosyal Darwinizm ve nihilizm olarak temayüz etmiştir. İnsanlık, yeni bir düşünce sistematiği ve “bilginin kullanım şekli” ile tanışmıştır.

İslam dünyasının “Epistemolojik bir kopuş” yaşadığını ifade etmiştik. Bu kopuş/kırılma ile eş zamanlı olarak Batı Medeniyeti de, Fransız Müslüman mütefekkir René Guénon’un yerinde tespitiyle “Büyük bir metafizik sapma” yaşamıştır. Bu sapma hem Batı uygarlığına ve hem de onun küresel ölçekli olarak etkilediği insanlığa etik, estetik, ekonomik ve politik sorunlar olarak yansımıştır. Şimdi insanlık, söz konusu “metafizik sapmanın” neden olduğu sorunları çözmeye çalışmakta; fakat her çözüm teşebbüsü, aynı düşünsel arka plana yaslanıldığı için, yeni sorun alanları oluşturmaktan başka sonuç doğurmamaktadır. Büyüyen şey bir “insanlık krizi”dir. Dünya-ukbâ, suret-mânâ, bilim-din, akıl-akıl üstü, birey-toplum, haz-huzur, mutluluk-dinginlik ikilemi, yaşanan krizi derinleştirmektedir.

Bu yeni durumun eleştirel bir değerlendirmesini yapmak yerine; yüzeysel suçlamalarda bulunmanın, hamâset dolu ve karşıtlık temelli bir söylem üretmenin ve içe kıvrılmanın kimseye faydası dokunmadığı gibi, İslam dünyasının içerisinde bulunduğu düşünsel buhranın aşılmasına da katkı sunmayacaktır.

Batı merkezli bilgi, teknoloji, kültür, sanat ve yaşam pratikleri/politikaları ile çepeçevre kuşatılmış olduğumuz bir vakıadır. Sekülarizmin, yalnızca Batı toplumlarında değil, bilakis İslam dünyasında da etkisini her geçen gün artırdığını ve şizofrenik, parçalı kimlikler ürettiğini görmek mümkün.

Yaşadığımız ülkede, “ahlaktan yoksun dindarlık” olgusunun yaygınlaştığına, dinin salt ritüellere, seremonilere hapsedildiğine; sosyal yaşamda, insan ilişkilerinde, ekonomik münasebetlerde ve aile hayatında ahlakî prensiplerin önemsizleştiğine tanık oluyoruz. “Güzel ahlakı tamamlamak için” gönderilen bir peygamberin ümmetinin “güzel ahlak” gibi bir kaygısının ve önceliğinin olmaması düşündürücü... Felsefenin dışlandığı, sanatsal çalışmanın gereksiz bulunduğu, aykırı düşüncenin tehdit olarak kodlandığı, zihin konforumuzu bozmaya yönelik her teşebbüsün “fitne ve bozgunculuk, gelenekten sapma” olarak tanımlandığı bir kültür atmosferinin insanlık bir tarafa, yaşadığımız topraklara dahi bir hayrının dokunmayacağı aşikârdır.

Küresel ölçekli kültür politikalarına karşı hangi alternatiflere sahip olduğumuz, hangi siyasî modeli insanlık için önerdiğimiz, derin ahlâk krizine karşı nasıl bir ahlâkî örneklik sergilediğimiz, kârın maksimize edilmesi esasına dayanan kapitalist sisteme karşı nasıl bir paylaşımcı/âdil ekonomik doktrine sahip olduğumuz, küresel finansal işleyişe karşı hangi modeller geliştirdiğimiz, çağın anlam arayışına, hangi anlam çerçeveleri sunduğumuz; kentsel ve çevresel problemlere karşı nasıl bir vizyonumuzun olduğu, etnik sorunlara hangi hakkaniyetli çözümler sunacağımız gibi konular önümüzde durmakta ve cevap beklemektedir. Bu devasa sorunların çözülmesi adına bireylerin ve örgütlü yapıların imkânları ölçüsünce yeni bir düşünsel seferberlik başlatmaları gerekmektedir.

Uzunca bir süredir, bir “düşünce kışı” yaşıyoruz.

Kasvetli havanın dağılmasını, fırtınanın dinmesini ve bir “esenlik baharının” muştusunu bekler olduk…

Bu kış çok uzun sürdü… Her kış mevsimi gibi, gecesi gündüzünden uzun; hüznü, neşesine baskın… Meşakkâti, sefâsına gâlip…

İnsanlığın ve İslam dünyasının baharını bizlerin cehdi, ahlâki örnekliği ve düşünsel gayreti belirleyecektir.

“Sabah, yakın değil mi?” (Hûd, 81)

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.