- Öze Dönüş Hareketi
- Röportaj
- Öze Dönüş Dergisi
- Duyurular
- Öze Dönüş Kitaplığı
- Basın Açıklamaları
- Adıyaman Öze Dönüş
- Diyarbakır Öze Dönüş
- Bitlis Öze Dönüş
- Erciş Öze Dönüş
- Hakkari Öze Dönüş
- İzmir Öze Dönüş
- Makaleler
- Kahta Öze Dönüş
- Mardin Özedönüş
- Diğer Etkinlikler
- Mina Öze Dönüş Der
- Muş Öze Dönüş
- Öze Dönüş Mamoste Der
- Öze Dönüş
- Nurşin Öze Dönüş
- Tatvan Öze Dönüş
- Şırnak Öze Dönüş
- Van Öze Dönüş
- Yüksekova Öze Dönüş
- Tercüme / Analiz
- Haberler
TAASSUP VE KÖR TAKLİTTEN UZAK BİR MEZHEP ANLAYIŞI
Selim Kaval
03 Eylül 2015 Perşembe 15:14
Sözlükte “gidilecek yol, gidilecek yer, görüş, doktrin, akım, gitmek ve takip etmek” gibi anlamlara gelen mezhep, dini bir kavram olarak, kendi içinde tutarlı bir metot ve düşünce sistemine sahip itikadi ve ameli doktrin” manasına gelir.[1]
Bir müçtehidin hüküm çıkarmada kullandığı deliller ile asli delillerden hüküm çıkarmada kullandığı metotlar ve bunlara dayalı olarak ortaya çıkan hükümlerdeki farklılıklar mezhepleri oluşturmuştur. Mezhepler genel olarak kurucularına nispet edilerek isimlendirilirler.
Sahabe arasında hadisleri anlama ve yorumlama konusunda iki farklı eğilim
Hz. Peygamber (sas)’in vefatından sonra sahabe İslam dünyasının çeşitli bölgelerine dağılmış ve buralarda İslam’ın öğretilmesi, idare, yargı gibi konularla meşgul olmuşlardır. Sahabe bulunduğu yörede öncelikle İslam’ın öğretilmesi ve Hz. Muhammed (sas)’den öğrendiklerini aktarma noktasında aktif bir önderlik göstermişler, Hz. Muhammed (sas)’den sonra İslam’ı tebliğ etmiş ve bildiklerini başkalarına aktarmaya çalışmışlardır.
Sahabe arasında, hadisleri anlama ve yorumlama hususunda iki farklı yöneliş tezahür etmiştir. Belki bu iki yönelişi kapsamlı birer metodoloji olarak görmek yanlıştır ancak, Ehl-i Hadis (Hicazlılar) ve Ehl-i Re’y (Iraklılar) olarak isimlendirilen bu yönelişlerin, daha sonraları ortaya çıkacak olan usûl ve yöntemlere zemin oluşturdukları ve onları besledikleri de bir gerçektir.Zîrâ, belli bir olgunluğa erişmiş kapsamlı yöntemlerin, kendilerinden önceki birikimlerden de faydalanmak suretiyle süzüle süzüle, uzun zaman içerisinde oluştuğu ve geliştiği bilinmektedir.[2]
Teşekkül eden ilk mezhepler siyasi alandaki fikir ayrılıklarının ürünüdür
Mezhepler Müslümanlar arasındaki çeşitli fikir ayrılıklarının ve ilmi gayretlerin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. Müslümanlar arasındaki ilk fikri ayrılıkların ise fıkhı-kelami alandan ziyade siyasi alanda cereyan ettiğini görüyoruz. İlk mezhepler olan Haricilik, Şi'a ve Mürcie'nin başlangıcı, siyasi sebeplere bağlanmıştır. Siyasi alandaki çekişme ve görüş ayrılığı beraberinde Kelami tartışmaları da getirmiş ve kader, büyük günah işleyenin durumu, imamet gibi meseleler etrafında sürdürülen tartışmalar farklı mezhebi anlayışların doğmasına sebep olmuştur. Başta imamet-hilafet olmak üzere siyasi alanda vuku bulan çekişmeler ve görüş ayrılıkları zamanla birer kampa dönüşerek siyasi mezheplerin alt yapısını oluşturmuştur.
Tabiilerle birlikte mezheplerin tam olarak teşekkülü başladı
Sahabeden sonra, ‘Tabiilerle’ beraber profesyonel tarzda siyasi, fıkhi, Kelami mezheplerin gerçek manada teşekkülü aşağı yukarı başlamaktadır. Farklı bölgelerde teşekkül eden ilim halkaları yavaş yavaş ekolleşmeye başlamış ve tarihi süreç içerisinde mezhep dediğimiz sistemler oluşmuştur.
Tabiiler fikri dayanaklarını sahabeden almışlardır
İlk nüvelerini Tabiilerle gördüğümüz bu ilmi çabalar hükümlerini ve fetvalarını o bölgelerde yaşamış olan Sahabiler'in görüşlerine ve hükümlerine dayandırmışlardır.
Medine fakihleri, ilmi dayanaklarını Hz. Ömer, Hz. Aişe ve Hz. Abdullah İbn Ömer gibi sahabelerden, onlardan gelen haberlerden, almışlardır. Kufeli fakihler ise görüşlerini İbnMesud ve Hz. Ali'nin görüş ve fetvalarından almışlardır. Böylece ortaya birer Hicaz- Kufe ya da Ehl-i Hadis-Ehl-i Rey ekolleri çıkmıştır. İmam Şafii Hz. Peygamber (sas)'den nakledilen sahih hadis prensibini ortaya koymak suretiyle bu ekoller arasında var olan görüş ayrılıklarının arasını uzlaştırmak istemiş ancak buda sonuçta yeni bir ekolün doğmasına yol açmıştır.
İlk dönemde ulemanın birbirine karşı tutumu
Mezheplerin doğuş ve oluşum devri olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde ulemanın birbirine karşı tavrı, onlardan birkaç yüzyıl sonraki dönemde onların fikirleri etrafında yapılan taassup derecesindeki tartışmalardan çok uzaktır. Konuyla ilgili rahmetli Seydamız Molla Mansur Güzelsoy’dan şu kısa alıntıyı yapmak faydalı olacaktır: İmam Ahmed burundan akan kanın abdesti bozacağına inanıyordu. Buna rağmen kendisine; “ burnundan kan akan birinin arkasında namaza durabilir misin?” diye sorulunca İmam Ahmed: “ İmam Malik ve Said bin el-Müseyyeb’in arkasında nasıl namaz kılmam.” diye cevap vermiştir.[3] Ulemayla ilgili benzer hadiseleri çoğaltmak mümkündür. Lakin aynı şekilde bu müctehid imamlardan üç-beş yüzyıl sonra onların ortaya koydukları ilmi metot etrafında bir araya gelen mezhep mensuplarının tavırlarının, kör bir taklit ve taassupla nasıl bir yere vardığını da acı ile müşahede etmekteyiz. Rahmetli Seydanın aynı kitabından bir örnek sanırım konuyla ilgili aydınlatıcı olacaktır: “İbn-i Kesir, ‘el-Bidaye’ adlı eserinde, Şam fitnesinden bahsederken şöyle diyor: “meşhur Hanbeli ulemasından Hafız el-Makdis, Şam Emeviye camisinde Allah’ın sıfatlarını ders olarak işlerken o sırada orada bulunan diğer mezhep mensupları, söylediklerinden rahatsız olup üzerine saldırdılar. Hanbeliler’e ait minberi kırdılar. O gün cami kapatıldı. Hafız el-Makdis de sürgün edildi.”[4] Âlim ile mukallit arsında ki tavır farkı çok keskin bir şekilde kendini gösteriyor. Burada mukallit mezhep mensuplarının, mezhebin müçtehid imamlarıyla bu denli tezad içerisinde olması da son derece manidardır.
Siyasi otoritenin mezhepler üzerinden hesaplaşması
Mezhepler tarihi açısından önemli bir konuda mezheplerin siyasi otorite karşısındaki konumudur. Bu açıdan bakınca kimi mezheplerin siyasi otorite tarafından benimsenip korunduğunu kimilerinin ise tam aksi bir şekilde düşman ilan edildiğini görüyoruz.
Devlet açısından, bir mezhebin desteklenmesi veya düşman ilan edilmesinin ilmi endişelerden kaynaklanması uzak bir ihtimaldir. Asıl saik saltanatın devamını sağlamaktır. Bu açıdan bakınca, ilk dönemde siyasi otoritenin takdirine mazhar olan Mürcie ekolü, Emevi iktidarının işlediği cürümlere uygun bir kılıf uydurma endişesine uygun düşmekte idi. Abbasilerin önceleri Mutezileyi destekleyip, bu mezhebin görüşlerine itaat etmeyenlere uyguladığı baskılar da, daha sonra tam bir tavır değişikliğine giderek Mutezileyi yasaklayıp Ehl-i Hadisin önünü açması da yine siyasi çıkar endişesindendir. Mezkûr iki devletten sonra İslam dünyasında kurulan bütün devletlerin de aynı politikayı sürdürdüklerine şahit oluyoruz. Siyasi otoritenin, mezhep bahaneli, düşmanını yok etme ya da taraftar kazanma politikasının, en son ve belki de, Müslümanlar arasında en derin ayrılık tohumları eken dönemi ise Osmanlı-İran çekişmelerinin olduğu Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail arasında başlayıp günümüze kadar devam eden süreçtir. Dedeleri Sünni bir tarikatın öncüleri olan Şah İsmail Şiiliğin savunuculuğuna soyunurken, en önemli askeri gücü Yeniçeri ocağı Bektaşi olan Osmanlı devleti Sünniliğin hamiliğine soyunmuştur. Son derece vahşi ve kanlı bir şekilde meydana gelen Yavuz Sultan Selim-Şah İsmail arasındaki çekişme günümüze kadar sürecek olan Osmanlı-İran savaşlarının da başlangıcı olmuştur.
Devletler yıkılır ama hafızaları kendilerinden sonrakilere miras kalır. Bu alanda bir devamlılık mevcuttur. Bu coğrafyanın tarihinde Roma-İran (Pers) rekabeti kadim bir geçmişe dayanır. Bu rekabetin aradan geçen uzun yıllara rağmen ortadan kalkmadığını, devam ettiğini görüyoruz. Osmanlı’nın eski Roma imparatorluğunun bakiyesi üzerine kurulmuş olmasına karşılık, Şah İsmail’in kurmaya çalıştığı-kurduğu Safevi devletinin ise eski Sasani devletinin bakiyesi olan coğrafyada kurulmuş olması bu tarihi rekabetin adı geçen iki devlet eliyle gerçeklemesi ile neticelenmiştir. Tarihi Roma-İran rekabeti kendini bu sefer Osmanlı-Safevi şahsında göstermiştir. Bir fakla ki bu sefer her iki taraf da Müslüman’dır. Öyle ise arada ki fark ne ile gösterilecekti? İşte, tam burada mezhep olgusu devreye girmiştir. Saltanatlarından başka bir dertleri olmayan bu zevat saltanat kavgası üzerinden mezheb hamiliğine soyunmuştur. Kendisine mezhebi bir kılıf ve motivasyon bulan bu siyasi rekabetin ne bölge insanına ne İslam dünyasına ne de ümmet anlayışına hiçbir fayda sağlamadığı-sağlamayacağı aşikardır.
Devletlerin hafızalarının yok olmadığını, devam ettiğini söylediğimize göre bu hafızanın aradan bir yüzyıl geçince yok olmadığı sonucuna da rahatlıkla varabiliriz. Maalesef bu hafıza ve rekabet kendini aynen muhafaza etmekte ve Osmanlı-Safevi yani Roma-Pers (İran) rekabeti de aynen devam etmektedir. Son dönemde bölge de yaşanan gerilimi ve özellikle Suriye iç savaşının bir de bu zaviyeden okunması gerekmektedir. ( Elbette her olay kendini bir öncekinin birebir aynısı olarak tekrarlamaz. Suriye iç savaşında da emperyal dünya devletlerinin payını görmezden gelme iddiasında değilim. Ancak izah etmeye çalıştığım bölge devletlerinin aldıkları pozisyonu, bu tarihi rekabet görmezden gelinerek bir hak-batıl mücadelesi olarak görmenin yanlışlığıdır sadece.)
Sonuç olarak
Yukarıda özet olarak sunmaya çalıştığımız mezheplerle ilgili tespitleri birkaç başlık altında şöyle açıklayabiliriz:
Müslümanlar arasındaki ilk tartışmalar fıkhi-kelami (ilmi) olmaktan ziyade siyasidir. Ortaya çıkan ilk mezhepler de siyasidir.
İlmi bir çabanın ve karşılaşılan sorunlara çözüm bulma endişesinin neticesi olarak ilk dönem, ( özellikle fıkhi mezhepler) taassup ve kör taklitten uzak birer ilmi çabanın ürünüdür. Bu dönemin öncüleri ise sahabe ve tabiindir.
Kurucu imamlardan sonra özellikle şerh ve haşiye dönemiyle birlikte mezhep taassubu ve kör taklit başlamış, mezhep mensupları aralarındaki fikri ayrılığı bir rahmet olarak algıma yerine kendilerini hak, ötekini batıl görerek işi çatışma ve tefrikaya vardırmıştır.
Siyasi otoritenin devreye girmesi ile mezhepler artık birer ideolojiye dönüşerek devletlerarasındaki iktidar kavgasının bir unsuru haline gelmişlerdir.
İslam dünyası, kökeni emperyalist devletlerin bölge üzerindeki emelleri ve bu bölgedeki devletlerin siyasi rekabetlerinin neticesi olan bir mezhep savaşının eşiğine getirilmiş durumda. Yüreği İslam için çarpan, bu konuyla ilgili endişe sahibi her Müslüman gelinen noktayı iyi düşünmeli-sağlıklı bir analiz yapmalı.
Müslüman camia bu durumun sağlıklı bir tahlilini yapacak ve eşiğinde olduğumuz mezheb savaşının, önünü alacak potansiyele sahiptir. Ancak izah etmekte zorlandığımız, Müslüman cemaatler, siyasetçiler, mütefekkir ve aydınların bu durum karşısında ki tavırlarıdır. Nedense bu ateşe bir su döküp söndürmek yerine ataşe odun taşıma gibi bir misyona soyunmuş durumdalar. Nasıl oldu da kendini bu pozisyonda buldu Müslümanlar izah etmekte zorlanıyor insan. Hangi Saiklerle hareket edildiği ve kime-neye hizmet edildiği iyi hesap edilemedi demek ki.
Mezhepleri ulemanın ilmi gayretlerinin bir ürünü olarak değerlendirip, bu ilmi çabaya bir tuğlada ben ekleyeyim demek, ulemanın farklı fikirler karşısında ki tavrını örnek alma yerine, mezhebini, takım tutar gibi bir mantıkla savunmak, hiçbir mezhep imamının takdirine mazhar olacak bir durum olamaz.
Yazımı rahmetli Molla Mansur’un Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri ve Mezhebi Taassuptan Kaynaklanan Savaşlar adlı makalesinin son bölümündeki şu sözleri ile bitirmek istiyorum: “Tüm Müslümanların üzerinde birleştiği ortak İslami esaslar üzerinde vahdet sağlayıp, kat-i (kesin) delillerle sabit olmayan mezhebi konuları nazar-ı dikkate almadan taassuptan uzak kalmaları gerekmektedir.”
[1] Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Sf. 441.
[2]İbrahim Kâfi DONMEZ; İçtihadın Bağlayıcılığı Meselesi ve Fıkıh Mezheplerine Bağlanmanın Anlamı; Usul, I, 1 (2004), 35 – 48
[3]Molla Mansur Güzelsoy, ilmi ve siyasi tahliller, Özedönüşy.y. sf.179.
[4]Molla Mansur Güzelsoy, Age. Sf. 182.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2012 Öze Dönüş