Çocuktuk, onulmaz yaralarımız yoktu henüz… Annelerimiz kalkanımız, babalarımız sırtımızı dayadığımız pehlivanlardı. Aşımız bereketli, üzüntülerimiz anlıktı.
Daha çok küçüktüm. Öyle ki, meşin futbol topunun ağır geldiği, kumdan tepelerden oyuncak arabayı salıp, peşi sıra koştuğum yaşlar yeni bitmiş, ilkokul 2-3. sınıflar sanırım. Kışların çetin geçtiği, soba yakıtının daha çok tezek olduğu yıllar. Her öğrenci, sabah evden giderken ya bir odun, ya da bir tezek götürmek zorunda. Böylece günlük sınıf ısınma giderleri, öğrenciler arasında pay edilmiş olurdu. Her ne kadar tezekle ısınan soba konforlu bir ısınma sağlayamasa da, en azından ayaklarımız donmaktan kurtuluyordu. En çok ayaklarımız üşürdü. Çünkü her teneffüs arasında karlara bata çıka oynadığımız oyunlar, ayaklarımızın hatta dize kadar pantolonlarımızın ıslanmasına neden olurdu. Bu ise, eğer sınıf soğuksa, kırım iti gibi titreye titreye ders dinlememizin garantisi idi.
Baharı dört gözle beklerdik. En azından ayaklarımız ıslansa da, üşümeden koşturacak zamanı lütfediyordu bize. Bahar güzeldi. Tek kötü tarafı, okulların bitimi ile başlayacak olan asli(!) görevimizi takvimlendirmesi idi.
Bizim için okul, Nisan ayı ortalarına doğru öğleden sonraları, mayıs ayı başından itibaren ise neredeyse tamamen biterdi. Dersler bittiği için değil, çobanlık zamanı geldiği için mecburen biterdi, bitirtilirdi. Öğretmenler okulun haziranda bittiğini bir türlü ebeveynlerimize anlatamadıkları için, öğretmenler de (Mecburen) anlayış gösterirdi. Çünkü mayıs ayında çoban tutulur, büyükbaşları çoban alır, ticaret için beslediklerimiz ve yavrular bize/çocuklara teslim edilirdi. Ticaret için olanlar satıldığında, çocukların; yani bizlerin alacağı boyun bahşişi, işi cazip kılan taraftı. En besili olanın boynuna yuları takar bahşişi alıncaya kadar bırakmazdık. Her ne kadar bizi oyundan ve akranlardan etse de, bu ihtimal bedava’dan biraz halliceydi, yine de hiç yoktan iyiydi.
Kızlara çobanlık yaptırılmazdı. Her “ER” yükü, erkek çocuğa kalırdı. Eee Çobanlık mühim bir vazifeydi, evden uzaklaşmak ve gece karanlığı korkusu da başa belaydı kızlar için.
Bizim çobanlığımız mayıs gibi başlardı. Sabah namazından öğlene kadar öğleden önceki mesaimizdi. Memur hayatı gibi konforlu olmasa da, işçiler gibi işimiz daimi idi.
Öğlen molasında, eve gelir gelmez tandırlığa hücum eder, Tereyağını ekmeğe yayar, iki uzuun çay şekerini(Erzurum kıtlama şekeri) meydanda olan bir yazmanın içine koyar, taşla, olmadı dişlerimizle ezip ufalardık. Onu tereyağının üzerine serpip ekmeği dürüm yapardık. Beş dakikayı bulmaz var gücümüze evden dışarı fırlardık. Bazen dişlenmiş yazma’lar yüzünden dayak yemişliğimiz de vardır. Hele ki, evde genç kız var ve yazma onun ise ve kız ablamız ise, dayak garanti idi.
Öğle molalarında haziran ayı sonuna kadar uğrak yerimiz, kale direkleri taşlardan yapılmış köy meydanındaki futbol sahası olurdu.
Hazirandan sonra sular ısındığında ise, balık zamanı başlardı. Karasu nehrinde elle ya da serpme torla balık tutmaya giderdik.
Sazan balığı derin sularda, kayaların altına gizlenirdi. Her birimizin nehir derinliklerinde bir zulası vardı. Ama bazı zulaları köyün tüm çocukları bilirdi.
İşte evden yıldırım gibi hışımla çıkmamızın gerekçesi bu zulalardı. Zulalara ilk ulaşan, balıkları avlardı, sonradan gidenler avuçlarını yalardı. Tabii o telaşla yanımıza aldığımız ekmek çoğunlukla bizi doyurmazdı. Yüzmenin acıktırması da cabası. Mecali kalmamış, dili köpek gibi sarkmış şekilde eve kendimizi zor atardık. Çoğunlukla mesaiye geç kalmış olurduk. Hali ile, jet hızıyla bir şeyler atıştırıp öğleden sonraki çobanlık mesaimize geri dönmüş olurduk.
Tabi bu “parçalı” tam mesainin istisnaları vardı.
Haziran sonuna kadar, yani havalar iyice ısınıp, buğdaylar serpilinceye kadar, öğlenleri sürüyü eve getirmek yoktu. Öğlenleri sürü ile beraber otlaklarda dinlenirdik, dolayısı ile eve gelmezdik. Bu en kötüsüydü. Çünkü öğlenleri köyün çocukları, akranlarımız futbol oynar, içimiz gide gide uzaktan bağrışmalarını dinlerdik. Hatta tarafı olduğumuz takımdaki arkadaşların siluetlerini ayırır, onlarla beraber heyecanlanırdık, ama maça gidemezdik.
Hava yeterince sıcak olmadığı için, sürü su içtikten sonra tekrar otlamak ister. Eve yakın otlatılacak yer de olmadığından, ekin tarlalarına hücum eder, evdekilerin başına bela olurdu. Bu da istenen bir durum değildi. Çünkü öğlen arası bizim dinlenme zamanımızdı. Şayet sürüyü eve götürürsek sürüye evdekiler bakmak zorunda.
Annelerimiz yük onlara kalmasın diye, çeşitli “rüşvetler” ve hediyelerle bizi sürüyü otlaklarda dinlendirmeye ve öğlenleri eve getirmemeye razı ederdi.
Ben bunu delmek için olmadık bahaneler bulurdum.
En meşhuru, annemle yaptığım pazarlıklardır.
Pazarlıklarımızdan birine göre, ben sürüyü otlaklarda tutmayı kabul ettim. Ancak temel şartım, öğlen ezanı okunduğunda yemeğim gelmiş olmalı. Şayet ezan okunduğunda yemeğim gelmemişse, ben sürüyü eve götürürdüm. Tabii bu da malum gerekçelerden dolayı hiç istenmezdi.
Pazarlığımızın ilk günü, yemek tam zamanında getirildi. Ancak alelacele gönderildiği her halinden belliydi. Zaten yemek olarak da sahanda yumurta gönderilmişti. Anladım ki, bunlar yemeği yetiştirememiş, ezandan önce sözlerinde durmak için sahanda yumurta göndermişler.
Kız kardeşime bağırıp çağırdım, bu yemek değil ki, yumurta. “Bir daha yumurta getirirsen, tabağı kafandan aşağı boşaltırım. İlk gün olduğu için seni affediyorum, bi daha yumurta getirme” tehditleri, kardeşimin umursamaz omuz silkmelerinde kayboldu gitti.
O gün akşam eve gittiğimde, pazarlığa yeni bir madde ekledim.;
-“ Öğlen yemeğinde yumurta gönderilmeyecek. Ben iki bıldırcın yumurtasını otlakların arasında da bulup pişirebilirim zaten, siz kimi iki yumurtayla kandırıyorsunuz? Parayla tuttuğunuz çobana yumurta gönderin bakalım iki güne kalmaz çoban durur mu?. O çobana ne gönderiyorsanız, bana daha güzelini göndereceksiniz. Onun maaşı var, bizim o da yok. Zaten okul da bitmedi, bir de hikâye kitabı alın bana, canım sıkılıyor, okuyacağım bişeyler olsun. Hikâye hitabı resimli olsun haa”. Bu tehdit biraz daha sertti. Sanırım işe yarayacaktı.
Yumurtayı kabul etsem, onlar hiç geç kalmazlar, plan işe yaramamış olur.
Bu ültimatomdan sonra yemekler ciddiyetle ve zamanında geliyor; ama ben sıkıntıdan patlıyorum. Babam gidip okul öğretmenine “Oğlan okumak için kitap istedi” demiş. Öğretmen de Sanırım Guliver’in Gezileri’ni göndermişti. Bazen okuyacak hiçbir şey yokken, rüzgârın getirdiği bir gazete parçası peşinden uzunca koşardım. Okumam okulda değil, ama çobanlıkta bayağı pekişti.
Bir gün, ezana az bir süre kala, yolu gözlüyorum ama evden çıkan kimse yok. Bana gün doğmuş oldu. Ben yavaş yavaş sürüyü eve doğru yönlendirdim. Eve mesafem 2-3 km. Ev ile aramızda baharları dağdan gelen kar suları ile dolan bir dere var. Ben gittikçe dereye yaklaşıyorum yavaş yavaş sürüyle beraber. Ev dereden 1,5 kilometre civarı uzaklıkta.
Bir de ne göreyim, Annem evden çıktı, siluetinden annem olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen kardeşlerim daha tarladan dönmedi. Ben dereyle aramdaki mesafeyi kısaltmak için sürüyü biraz hızlandırdım. Annem bunu fark etti, o da hızlandı.
Birbirimize yaklaştıkça, niyetlerimiz iyice anlaşılır hale geldi. Ben biraz daha hızlandım, annem de. Nehre ulaşmama 500 metre var ya da yok. Ben “Hoooh, deeeh” diye sürüyü hızlandırmaya çalışıyorum. Gölgemden anladığım kadarı ile ezan okundu okunacak. Annem durumun ve niyetimin farkında. Birden annemin koşmaya başladığını gördüm. Ben de sürüyü koşturmaya başladım. Bir yandan da kulağım ezanda. Hadi imam, bu gün beş dakika erken okusan ne olur sanki. Ama yok, ezan okunmuyor. İmam mı öldü, zaman mı geçmiyor anlamadım.
Annem koşuyor, ben sürüyü koşturmaya, hızlandırmaya çalışıyorum. Aramızda büyük bir yarış var adeta. Bitiş çizgisi dere. Dereyi geçsem, istediğim olmuş olacak. Ama ben dereyi geçmeden ezan okunursa, annem zamanında yetişmiş olacak.
Ben, güç bela, kan ter içinde sürüyü dereye ulaştırdım, annemin 100 metresi var. Hayvanlar iyice susamış. Ne kadar deh-hooh desem de, burunlarını nehir suyuna gömmüşler. Suya kanmaya çalışıyorlar. Hiç biri beni dinlemiyor, ne sesimi ne de sırtlarına vurduğum sopaları takıyorlar. Tek bir tanesini annemden önce karşıya geçiremedim. Annem yemek çıkınıyla dereye yetişti, ayaklarını çıkarmadan, can havliyle, koşarak ayakkabı ve fistanıyla nehre vurdu, yarı beline kadar suya batarak benim tarafa geçti. Tüm umutlarım dere suyuna düştü, bir buğday başağı gibi suyun akışıyla beraber çekti gitti. Sürü annemden yana taraf tutmuştu. Bu günkü futbol maçı da hayal oldu. Ayaklarımı penaltı vuruşu için gerilip şut çeker gibi dere suyuna savurdum. Hem imama, hem de sürüye saydıra saydıra, aynı penaltı vuruşunu defalarca tekrarladım.
Yine de öyle hemen pes etmeye niyetim yoktu. Sürü beni dinlese aslında yemek gecikmişti. Söz sözdür. Yemek zamanında gelmedi. Hem ben dönüş yoluna girmiştim. Şayet ben eve doğru gelmemiş olsam, ezan okunduğunda yemek yetişmemiş olacaktı, hem hem, neyse… Ben yine de “Geç kaldın, ben yemeği burda yemem, evde yiyeceğim, eve gelmeye hak kazandım” deyip mızırdanmaya başladım. Annem “hayır dereyi geçemedin, Aramızdaki sınır dere, dereyi geçseydin olurdu” dedi.
Ben itiraz etmeye devam ettim. “Ben senden önce nehre vardım, ama sürü susadığı için kanmadan geçmek istemedi, yoksa sen de geç kaldığını pek ala biliyorsun. Yoksa niye koştun, koşmasaydın yine geç kalmıştın.” dedim. Annem diretmenin faydasız olduğunu biliyordu. Başka bir yol bulmalıydı ve buldu da. Annem hakeme gidelim dedi. Ben , “Olmaz senin seçtiğin hakemi kabul etmem” dedim. Annem, tamam ben seçmeyeceğim, yakınımızdan ilk geçen köylü aramızda hakem olsun dedi. Ben de kabul ettim. Öğlen paydosu için tarladan köye dönen köylülerden birine el etti. Gelen kişi, babam yaşlarında bir komşumuzdu. Annem’e köylüler hürmet ederdi. Yani aslında sonucu biliyordum ama olsun, belki hakem benden yana durur, sürpriz yapar. Kaybetsem de hakemin kararı olsa daha iyi olurdu. En azından “Mahkeme, Annemi haklı gördü” der teselli olurum J
Annem burnuna kadar örtülmüş örtüsünün ardından, kısık ses ve işaret dili ile aramızdaki meseleyi anlattı ve komşumuzun aramızda hüküm vermesini istedi. Bu topluma açık, kamuya mal olmuş ilk mahkeme oldu benim için J Havası bile güzeldi ama. En azından bir “BİREY” olduğumu ve dikkate alındığımı hissettim. Sopam elimde, ellerim yanımda, yarı hazır ol duruşu, ama vakur. Hâkim karşısında kendisini hal ve hareketiyle haklı göstermeye çalışan biri gibi davranmaya çalışıyorum, az külhanbeyi, az morali bozuk, az sinirli bir duruş…
Annem pazarlığımızı anlattı, benim ezan okunmadan sürüyü eve yönelttiğimi söyledi. Buna rağmen dereyi önce kendisinin geçtiğini ifade etti. Ben de geç kaldığını, dereyi benden önce geçmek için koştuğunu, yoksa benden önce dereyi geçemeyeceğini iddia ettim. Annemin iddiası, tek bir tane dana bile suyu geçmiş olsa, o zaman eve gitmeye hakkım olurdu. Ama derenin diğer yakası otlak sayılırdı.
Hakem beni bi tepeden aşağı süzdü, elimdeki sopaya, çatık kaşlarıma, biraz küsmüş gibi duruşuma baktı. Sonra anneme, annemin bakışları biraz farklı. Az yalvarır cinsten. Hakem istifini bozmadı, meselenin ciddiyetine yaraşır bir ses tonuyla, “Bu dere, hepimiz için sınırdır. Derenin köy tarafı, köyün içi sayılır, ama diğer tarafı, köyün dışıdır. Öğlen ezanı okunduğunda, sen köyün dışında sayılırsın yemeğin gelmiş. Hem senin ezan okunmadan eve yönelmiş olman da doğru değil.” Ben hemen itiraz ediyorum. “Ama annem de koştu. Koşmasa yetişemezdi.” Hakem: “Tamam onun koşması hile sayılır, senin de ezan okunmadan dereye yaklaşmış olman hile sayılır.” “Şu surumda bile, hepimiz derenin diğer tarafındayız.” Bu gün sen haksızsın.” Dedi. Komşu da annemden yana durdu. Son umudum da, gözlerimin önünden bir duman olup gitti.
Onca koşturmam boşa gitmişti. Ah ulan Sarı dana, bari sen geçseydin. Emeklerim ve ekmeklerim boğazına dursun. Az mı ekmeğimden pay verdim sana. Bundan sonra akşam yiyemediğim kuru ekmekleri sana değil, Alaca’ya vereceğim. Alacağın olsun.
Kulağıma küpe olsun. Erken davranmak iyi bir şey değil, eve yaklaşacağıma otlakta dursam, belki annem geç kalırdı…
Çocuktuk, yükümüz yaşımızdan büyüktü. Ama mutluyduk. Annelerimizle didişmelerimiz, kardeşlerimizle kavgalarımız bile sevgiyleydi.
Çocuktuk, onulmaz yaralarımız yoktu henüz… Annelerimiz kalkanımız, babalarımız sırtımızı dayadığımız pehlivanlardı. Aşımız bereketli, üzüntülerimiz anlıktı.
Toprak sadıktı, annelerimiz bizi sütten kestikten sonra, azığımız sevgileri olurdu.
Evet, yükümüz yaşımızdan büyüktü, mutluluğumuz da…
Yüreği sevgi dolu tüm annelere selam olsun.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8