"Allah ölümü ve hayatı, sizlerden hanginizin daha güzel yaşayacağını denemek için yarattı..." (Mülk, 2)
İnsan, anlam arayışı olan bir varlıktır. Varlık âlemi içindeki yerini anlamaya dönük insanın arayışı, insan olmanın bir gereğidir. Hayatın anlamını kavrama, eşyanın hakikatini bulma insanın ülküsüdür. İnsan, varlığın yüreğine yüreğiyle varmak ister. İnsanın, hayatın(ın) anlamına yönelik ilgi duyma durumu, bilgi edinme isteği son asırlarda oluşan bir istek değildir. Yaşamın anlam arayışı insanlık tarihi kadar kadimdir. Düşünce dünyası ve dünya düşüncesinin serüveni, insanın anlam arayışının özü ve özetidir.
Anlamın kalbi, kalbin anlamını kavrayanlar nezdinde âlem, İçinde “anlamsız” bir cümleye rastlanmayan özgün ve düzgün bir kitap gibidir. İnsanın dimağını kamaştıran mezkûr kitabı anlamak için harf harf, hece hece, satır satır okumak gerekir; fakat okuyan herkes anlamaz. Anlamanın merkezi kalptir. Tabiatın fıtratına, fıtratın tabiatına uygun ve uyumlu yaşayan bilgeler açısından kalp, anlamın kozmik odasıdır. Hikmetten beslenen ve hikmeti besleyen kalbi anlamak, kalple anlamak anlamlı bir ameldir. Kalp denizinden, yaşam sahiline vuran hakikat dalgalarını anlamak için, kalbin aklı, aklın kalbi olmalıdır.
Sehl bin Abdullah et-Tüsteri şöyle diyor: “Kalb ve sine, arş ve kürsinin bizdeki mukabilleridir”. Avârif yazarı Sühreverdi ise “Arş, halk ve hikmet âlemlerinin kalbi, kalp ise emir ve kudret âlemlerin arşıdır” der. En kücük şeylerin en büyük yer kapladığı kalp, hayata anlam veremez. Tarih boyunca, tabiat hakkında bildiklerine aykırı olanı, tabiata aykırı olarak görenler, kalbi bir et parçasından müteşekkil olarak görmüşlerdir. Her hücrede hayat çekirdeğini buldukları gibi, her çekirdekte mana bulamadıklarından dolayı hayatta anlam aramazlar. Doğunun en batısından, batının en doğusuna kadar, hakikati bulmak isteyen her insan hakla tanışmak, kendiyle barışmak için hep marifetler dilberini yar etmek isteme arzusuyla aramalar yapmıştır. Âlemin içinde, âlemden de daha büyük bir iç âlemine sahip olan ariflerin ifadesinden istifade ederek söylersek, hayatın anlamı olan “Hakikat aramakla bulunmaz; ancak bulanlar hep arayanlardır”
Peki, aramakla bulunmayan, bulunması için aranması elzem olan, kaynak ve dayanağını haktan alan hayatın anlamı nedir? İnsan niçin yaratılmış ve nasıl yaşamalıdır? Niçin yaratıldığını bilmeyen insan, nasıl yaşayacağını bilebilir mi?
Anne rahminden dünyaya doğan insan, ölümle dünyadan Ahiret’e doğmadan önce niçin doğduğunu anlamak zorunda değil mi? Belki de asıl doğduğu gün, neden doğduğunu anladığı gündür.
“Hayatın anlamı en acil meseledir” diyen Albert Camus, “Dünyanın insandan başka anlamı yok.” diyor. Dünyanın anlamı insan; peki insanın anlamı nedir? İnsanın anlamı, tabiatın bilgisinden ziyade, insanın tabiatında aranmalıdır. İnsanın tabiatını tanımak, bilginin nihai amacı olan “amacın bilgisi” hikmet ve marifet’i gerektirir. İnsanın hakikatini, hakikatin insanı tanır.
"Hayatımın, beni bekleyen, kaçınılmaz olan ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı?" diye soran Tolstoy’un sorusuna, sanki cevap niteliğinde intiharı hakikat, hakikati intihar gören ve hayatını intiharla sonlandıran Theodor W. Adorno “Eğer hayatın anlamı olsaydı, onda anlam aranmazdı” der. Oysaki insanın anlam arayışı, anlamlı bir arayıştır.
Hayatta mücadele yerine, hayatla mücadeleyi seçen Nietzsche ise “hayat; kendisini alt edenindir” der. Yaşamın anlamını kaybeden insan, anlamı yaşamını kaybetmekte araması da bir anlam arayışıdır. Hayatın anlamını kavrayamayan, hakikati yalan, yalanı hakikat olarak gösteren insanların ürettiğinin de bir yeri vardır anlam dünyasında. Fakat hayatın anlamı ve anlamlı hayatın kriterleri aşkındır, aşkın olan kriterler biyoloji, sosyoloji, psikoloji, fizikî teori ve felsefî varsayımlarla belirlenemez.
Hayatın anlamını kaybetmek, hayatı kaybetmekten daha vahimdir. Bir yaz yağmurundan daha kısa olan hayatını sonlandırmak suretiyle anlamlandırmaya çalışan müntehirlerin durumu, uzun yaşamak için doğru yaşamayı bırakan ahlaksız insanların durumundan da daha çok gayrı insanidir. Yaşamak için bir anlam bulmayan insanlar, intihar için bin neden bulabiliyorlar.
Özgürlük iradenin, ahlak özgürlüğün rahminde doğar ve büyür. Özgürlük, varlığın hakikatini, hakikatin varlığını arayan insanı varlık âleminin ufkuna yükselten bir değerdir. Özünün özünü bulmak isteyen her insan özgürlük değerini de değerlendirmesi gerekir. Özgürlük değeri sağlam ve sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulursa, hayatın sırrını bulma arayışının da ahlaki bazı sınırlarının var olduğu görülür. Ahlaki bir varlık olan insanın, sınırlı dünyada sınırsız hareket etmesi özgürlük değildir. Özgürlük, insanın dilediğini yapmakta serbest olması değil, dilediğini dilemekte serbest oluşudur. Yapabilirlik insan için yapmanın meşrutiyeti olamaz. Dolayısıyla ahlakın sırrı özgürlük, özgürlüğün sınırı ahlaktır.
Hakikat arayışının nirengi noktasını özgürlük ve ahlak teşkil eder. Özgürlük ve ahlak meselesi insan var olduğu sürece insan aklını meşgul etmeye devam edecek, seçkin entelektüel tartışma ortamlarının koyulaşmasına hizmet edecektir.
Özgürlüğe, “efradını cami, ağyarını mani” bir tarif yapmak çok zordur. Zira özgürlük, midyesi açılmamış bir inci, düğümü çözülmemiş bir tılsım, daha fethedilmemiş bir kale ve henüz ulaşılmayan bir zirvedir. Kadim tarihten beri aklın oltasına takılan sorulardan biri “Hakikatin özgürlüğü, özgürlüğün hakikati nedir?” sorusudur.
Kendi kendisine ilahi bir emanettir insan. En ağır emaneti üstlenen insan, âlemin sahibi değil, şahididir. Âlemin şahidi olan insanın, sahibiymiş gibi davranması özgürlük değildir. Her şeyin hakkı olduğu gibi özgürlüğün de hakkı vardır. Özgürlüğün hakkı, hakkın özgürlüğüdür.
Hakikat, özgürlüğün mabedidir.
"Ahlaksız, benim ahlakıma uymayan değildir, ahlaksız kendi ahlakına uymayandır." (Ahmet Altan) demek tutarlı bir tutumdur. Tutarlılık kayda değer bir değerdir, fakat ahlaklı olmak ayrı, tutarlı olmak ise ayrı şeydir. Ahlak tutarlılığı gerektirir. Kendi ahlakına uyan herkes tutarlıdır, fakat tutarlı olan herkes ahlaklı olmayabilir. Tutarlılık; bütünü oluşturan parçaların kendi aralarında tezadın olmaması durumudur. İnsan ahlaksızlıkta da tutarlı olabilir, tıpkı tutarlılıkta ahlaksız olabileceği gibi.
Liberaller: "Senin özgürlüğün başkasının özgürlüğünün başladığı yere kadardır" derler. Bir liberal başkasının özgürlük alanına girmemek adına başını alıp bir dağ başına gidip intihar ederse bu anlayışı onu tutarlı kılabilir, fakat ahlaklı kılmaz. Zira özgürlüğün sınırı sadece "başkalarına zarar vermemek kaydıyla" mukayyet değildir. İslam’ın yaşam felsefesinde özgürlük; hem "başkalarına ve hem de kendine zarar vermemek" sınırıyla sınırlandırılmıştır. Varoluşsal bunalımlar yaşayanların, insanın kendi hayatına kastetmesini özgürlük olarak yaftalıyorlar. Keder, kimsenin kaderi değildir. Kederi kader görenlerin, intiharla kendilerini heder etmeleri özgürlük olamaz.
İntihar etmenin özgürlük olup olmadığına dair mesele yalnızca günümüz modern toplumuna özgü bir olgu değildir. Antik çağdan beri birçok filozofu ilgilendiren hayati bir mevzudur. Örneğin “İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi en tiksindirici eylemdir,” diyen Platon; intiharı temelden reddeder. İnsan Allah’a aittir ve bu nedenle de bu dünyada kendisine verilen zemini Allah’ın istemediği bir zamanda ve şekilde terk etme hakkına sahip değildir tezini savunur. Platonun aksine hayatını intiharla sonuçlandıran Kitionlu Zenon, kişinin intihar etme hakkına sahip olduğunu savunur. Tıpkı, “Mutluluk erdemdir, erdem bilgeliktir, bilge olmayan kişi erdemsizdir ve kendini öldürmelidir” tezini savunan Hegesias’ın “Yaşamın yolunu olduğu gibi, ölmenin yolunu da kendimiz seçmeliyiz” tezini savunduğu gibi. İntihar eden Lucius Annaeus Seneca ise candan bezdiren, dünyadan küstüren bunalımlar yumağına rağmen yaşamaya tutunan insanlara hakaret ederek, adeta onlara intiharın yol ve yöntemini göstermek üzere şöyle der, “Bre ahmak, neden yakınıyorsun, neden korkuyorsun? Etrafına bak, her yerde musibetin bitişini göreceksin. Şu sarp kayalığı görüyor musun? Sonu özgürlüğe çıkıyor. Şu tufanı, şu nehri, şu kuyuyu görüyor musun? Özgürlüğün yuvası hepsi. Peki şu kavruk, bodur, hüzünlü ağacı? Her dalında özgürlük asılı. Boynun, boğazın, kalbin, hepsi kölelikten kurtulmanın yollarını sunuyor sana. Özgürlüğe giden yolu mu arıyorsun? Bedenindeki her damarda onu bulacaksın.” Platonun öğrencisi Aristo ise “İntihar devlete karşı işlenmiş bir suçtur,” der. Her intihar hem kurulu düzene hem de Allah’a karşı bireysel bir başkaldırıdır, romantik bir meydan okumadır. Fakat insanın algı kapılarının kapanması olan intihar, özgürlük değil, cinayettir. Müntehir, katili kendisi olan maktuldür.
Özellikle son çağlarda intihar, sosyolog, psikolog, teolog ve filozoflardan ziyade edebiyatçıların ilgisini celp etmiş. Edebiyat dünyasında ve dünya edebiyatında birçok sanatçının sanat eseri intihar olgusuyla betimlenmiş. Sanat eserlerinde yoğun kullanılan intihar kurgusu birçok sanatçı ve yazarın hayatlarını sonlandırmada tercih ettikleri bir olgu olmuş. Sappho, Thomas Chatterton, Heınrıch Von Kleıst, Gerard De Nerval, Paul Lafargue, Jack London, Stefan Zweig, Virginia Woolf, Vladimir Vladimiroviç Mayakovski, Sergey Aleksandrovich Yesenin, Ernest Hemingway, Sadık Hidayet, Cesare Pavese, Sylvia Plath, Vincent Van Gogh, Kurt Donald Cobain gibi sanatçılar intihar düşüncelerini kurgusal düzlemden olgusal düzleme çekmişlerdir.
"Hayat saçmadır. Bu saçmalığı görüp ona son vermek de saçmadır” diyen Albert Camus’un aksine Jean Paul Sartre “İntihar, var olmanın bir başka yoludur” der. Stafan Zweig ise şairi “Bazen ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şiir yaratmayı bilenlerin uğraşı” şeklinde tanımlar. İntiharı bir varoluş biçimi olarak görenler, ölümü amaç görürler. Ölüm amaç değil, fakat amaçsızlık ölümdür.
İntihara karşı olduğu halde, Albert Camus intiharı, “sanat yaratmak” olarak betimler. Hayatın sanat, sanatın hayat boyutu var, fakat intiharın sanatı, sanatın intiharıdır.
İtiraflarım’da "Ne istediğimi kendim de bilmiyordum; hayattan korkuyordum, kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama yine de hayattan bir şeyler bekliyordum." diyen Lev Nikolayeviç Tolstoy, Hayat Üzerine Düşünceler isimli kitabında 'Hayat neden böyle ızdıraplarla, elemlerle doludur?' Buna Farisiyenler şöyle cevap veriyorlar: “Hayat ızdırap verir. Şimdiye dek böyle olduğu gibi, bundan sonra da böyle olacaktır; hayatın iyiliği doğumdan önceki geçmişle ve ölümden sonraki gelecekle sınırlıdır.” diye aktarıyor. İlk kitabı olan İnsancıklar’da "Hayat bazen ölümden daha acı verici, değil mi?" diye soran Dostoyevski ise Ecinniler romanında kahramanı Krillov’a, "Kişioğlu için yaşamakla ölmek arasında bir fark olmayacağı zaman özgür olacaktır insanlık. En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendini öldürmek cesaretini göstermek zorundadır." sözünü söyletiyor. “Hayat, sonsuz tekrar edilen bir hiçliktir.” diyen Nietzsche de hemen hemen aynı çizgide: Böyle buyurdu Zerdüşt ismindeki eserinde “Gönüllü ölümü överim size, bana ben istediğim için gelen. Zamanında öl. Yaşamlarını ıskalamış olanlar, bari ölümlerini ıskalamasınlar.” diyor. “Dünyadasın, işte bunun tedavisi yok” diyen Samuel Beckett ise “Hiçbir şey, hiçten daha gerçek değildir.” diye ekler. Çözülmesi gereken asıl mesele, hiçin gerçek olup olmadığı değil, gerçeğin hakikat olup olmadığıdır. Yalan gerçektir, fakat gerçek yalan değildir, tıpkı hakikatin gerçek, gerçeğin hakikat olmadığı gibi.
Asıl olan varlıktır. Bazı varlıkların vücudu yok, fakat mevcudiyeti var. Yokluğun ne vücudu, ne de mevcudiyeti var. Yok, yoktur. Şayet yok var olsaydı, varlık olmuş olurdu. Vardan da yoktan da bir ‘Var’ın hep var olduğunu kavrayamayan, “hiç”in hiç olmayacağını bilmeyen; var oluşunu, yok oluşuyla ispat etmeyi düşünen “Varlık ve Hiçlik” ismindeki kitabında “İnsan Tanrı olmayı tasarlayan varlıktır” diyerek insanı Tanrı olarak tasavvur eden Jean Paul Sartre ise “İntihar dünyada var olmanın bir başka yoludur; çünkü kişi bir eylem olarak ölümü seçtiğinde kendi varlığının farkına vararak, varlığının tanımını hiçlikle yapar.”
Yaşamı bir utanç, ölümü kıvanç olarak gören ve intihar eden Sadık Hidayet ise "Herkes ölümden korktuğu halde, ben yaşadığım için kendimden utanıyorum." diyordu.
İntihar eden kişiyi “güldürücü, kendi kendisinin efendisi” olan biri olarak ifade eden ve hep mutsuz, umutsuz geçen dünya hayatını intiharla sonlandıran İtalyan asıllı şair Cesare Pavese ise “Kendini öldürme konusunda haklı bir gerekçesi olmayan kimse yoktur. Utangaç katillerdir müntehirler. Sadizm yerine mazoşizm. Uçurumdan kurtulmanın tek yolu, ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini boşluğa bırakmaktır.” der. Yine günlüklerinde “İntiharı düşünen bir insan için en kötü şey kendisini öldürmesi değil, bunu düşünüp yapmamasıdır” diye yazar. “Hayatı yitirmekten ne korkuyorsunuz. Daha yaşayıp da ne yapacaksınız?” diyen Montaigne, ölümle bütün dertler bitecektir diyerek intiharı takdire şayan iradeli bir eylem olarak savunur.
Zevkte hayat arayanlar, hayattan zevk alamaz.
İnsanın, kâinatın ve hayatın mucizevî yönü üzerine yoğunlaşmadan, hayatı çekilmez ızdırap olarak yaftalayan bu anlayışın bayraklaştırdığı tek seçenek intihardır. Hayata sadece kendi önyargılarının kafesi içinde bakanlara göre, yaşam yaşanmaya değmez. Hayatın hiçbir anlam ve önemi yoktur. Başı akıldan boş olan, ancak hayatı hoş görür.
Akıl ocağında hakikati buharlaştıran ve derin buhranlar yaşayanlar yaşama anlam veremezler. Anlamak yaşamaktır. İnsan, hakikati ancak yaşayarak anlayabilir. Yaşamda, yaşamdan da daha değerli değerlerdir, insanlara yaşamı yaşanır kılan. Yaşamlarında yaşamlarından da daha değerli değerleri olmayanlar ancak intiharın bir erdem olduğuna dair üst perdeden hükümler verebilirler. Aşkın değerleri anlayamayan şaşkınlar, hayatı anlayamazlar. İnsan, hayata anlam verdiği oranda hayatına anlam kazandırır.
Bütün âlem tılsımdır, define hakikattir. Hakikat, tahkik pazarında müşterisi sarraflar olan bir mücevherdir. Marifetler dilberini kendine sevgili edinmeyen bakışlara cilveler yapmayan hakikat incisi, göze ayan, kulağa beyan, kalbe kanıt, akla yanıt olması için eşya sedefini tebessüm ettirmek gerekir. Eşya sedefi tebessüm ederse göreceğiz ki; her şey hakikat Yusuf'undan gönül Yakub'una haber veren bir gömlektir bu âlemde.
Sağlam ve sağlıklı düşünmeyen birçok filozof, psikolog, sosyolog, teolog ve edebiyatçı binlerce yıldır, ölümle yüzleşmek için çok cesur veya hayatla yüzleşmek için fazlasıyla korkak bir davranış şekli olan intiharı bir özgürlük olarak savuna gelmişlerdir. Onlara göre intihar Tanrının bile sahip olamadığı bir tür özgürlüktür. ‘İnsan müntehir bir tanrı; Tanrı yaşamaya mahkûm bir insandır’ anlamına gelen iddialarla akılları karıştırmak için ellerinden gelen her türlü velveleyi yapmaktan geri durmamışlardır. Yoz ve yozlaştırıcı özgürlük anlayış ve kavrayışlarını duyurmaktan çok buyurmayı tercih eden bu düşünür ve aveneleri, hayata hiçbir anlam verememişlerdir. Hayata anlam veremeyen, önem de veremez. Anlamsız önemsizdir. Hayatın, kendisine anlam ve önem veremeyenler için çekilmez bir ızdıraba dönüştüğü ise doğrudur.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8