Küresel emperyal hegemonik güçlerin, İslam coğrafyalarını sömürebilme adına çatışma sebebi haline getirmek için var güçleriyle kullanmaya çalıştıkları en önemli araçlardan biri olan bu mezhep meselesi nedir? Nasıl yaklaşılmalı?
Kur'an'da insanın zihni melekeleri sayesinde elde edebildiği; bilme, anlama ve farkına varma anlamında kullanılan ilim, insana verilmiş en önemli ayırıcı özelliklerden biridir. Cahiliye'yi ortadan kaldırmayı hedefleyen, Allah'tan gelen bir bilgi olarak tanımlanan(1) Kur'an'ın ilk emrinin oku! (2) olması da ilmin insan için hayati derecede önemli olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanın sorumluluk sahibi olması, kendini ve kendi dışındaki varlık âlemini tanıması 'İlim'le mümkündür. İlim, adalet ve aydınlığın, ilmin zıddı olan 'Cehl' ise zulmün ve karanlığın vesilesidir. Âlimler de sahip oldukları ilim sayesinde etraflarını aydınlatırlar. Açık ve gizli tehditlere işaret ederler. İlmiyle âmil bir âlim olan Molla Mansur Güzelsoy da, yaşadığı dönemde İslam ümmetini bekleyen tehlikelere işaret etmiş ve peygamber varisi olarak uyarıcı görevini yerine getirmiştir.
''Biz Mezhepler Arasında Vahdet ve Takribe İnanıyoruz, Mezhepçiliği ve Tahripçiliği Reddediyoruz'' ve ''Mezhepler Arasındaki ihtilafların Doğuş sebepleri ve Taassuptan Kaynaklanan Savaşlar'' (3) başlıklarıyla iki makale yazarak, emperyalistlerin Müslümanları birbirine düşürmek için en çok kullandıkları araçlardan biri olan 'Mezhepçilik' belasına işaret etmiştir. Bu yazıda Molla Mansur'u bu makaleleriyle değerlendirmek istedik.
Küresel emperyalistlerin, sömürdükleri coğrafyalarda en çok başvurdukları yöntem, o coğrafyalardaki farklılıkları, düşmanlık sebebi haline getirip oradaki halkları çatıştırmaktır. İhtilaf sebebi olabilecek her türlü farklılığı, kaşıyıp derinleştirmek suretiyle insanları birbirine düşürmek, onların uzmanlık alanlarından biri haline gelmiştir. Bu anlamda uzman olmasına uzman olmuşlar ama Müslümanların, cehalet kaynaklı içinde bulundukları geri kalmışlık ve taassup durumları da onların ekmeğine yağ sürüyor. Yüzyıllardır İslam ümmetinin en büyük hastalıkları arasında başat rol oynayan hastalıklar, ırk ve mezhep hastalığıdır. Birçok hastalık gibi bu iki hastalığın da kaynağı cehalettir. Müslümanların, medeniyet, terakkiyet ve kemaliyet için olmazsa olmaz mesabesinde olan 'ilimden' uzak ve yoksun kalmaları, bu tür hastalıklara kolaylıkla duçar olmalarına sebeptir. İlmi anlamda geri kalmak, Müslümanları zayıf düşürmekte ve İslam düşmanlarının, Müslümanların yaşadığı coğrafyaları alt üst ederek maddi ve manevi olarak sömürmesine sebep olmaktadır. Bu gün İslam coğrafyasında oluk oluk akan kanın da en önemli sebeplerinden birisi, geri kalmışlığın sebep olduğu ırk ve mezhep hastalığıdır. Küresel emperyal hegemonik-güçler, bu zaaflardan yararlanarak Müslümanları bölük pörçük hale getirerek çatıştırmakta ve istedikleri gibi İslam coğrafyasını sömürmektedirler.
Bu konuda Molla Mansur'a kulak verelim; 'Emperyalist gücün gerek yerlisi ve gerekse yabancısının bir toplum ve ümmete galip olabilmek için ilk düşündüğü plan; Tefrika, bölme ve birbirine düşürme planıdır. Bunu iyice sağladıktan sonra egemenliğini kurar, emperyalist emelini gerçekleştirir. Söz konusu olan bu yöntem ne ilktir ne de son, belki tarihsel süreç içerisinde egemen olan tüm emperyalist tağuti güçlerin değişmeyen tuzak ve planlarındandır. Kitab-ı Kerim'de Kasas Suresinin dördüncü ayetinde Allah-u Teâlâ, o tağuti plana işareten şöyle buyuruyor: '' Muhakkak ki Firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırıp bölmüştü...'' İşte bugünkü emperyalist, kapitalist, bölücü, sınıfçı ve Allah'ın hâkimiyetini gasp eden Firavun taklitçileri; kendi hâkimiyetlerini iddia etmekle, Ulûhiyetini ve Rububiyetini ilan eden eski önderleri; Mısır Firavunu'na tabi olmaktadırlar. Çağın, günün ve toplumun hassasiyetlerine göre tefrika unsurunu seçip sahneye koymaktadırlar. Tefrika konusu ulus meselesi ise ulusal mesele, mezhep meselesi ise mezhebi mesele olarak gündeme getirmektedirler. Neticede toplumun sosyal hayatını alt-üst ederler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Yakın tarihte Osmanlı Devleti bünyesinde Arapçılık ve Turancılık gibi ulusalcı akımların sonucunda emperyalist emellerin gerçekleşmiş olması zihinlerden daha silinmemiştir.' (4)
Küresel emperyalistler, şu anda Suriye, Irak, Bahreyn ve Yemen'de fiilen var olan mezhep savaşını, olabildiğince başka coğrafyalara da yaymak istiyor. Buna karşın İslam dünyasının içerisinde bulunduğu durum çok vahimdir. İslami bir yönetimden yoksun oldukları gibi 'Adil' yönetimlerden de yoksundurlar. Daha da önemlisi birliği sağlayacak olan tüm araçlardan da yoksundurlar. Örneğin halifelik kurumu tüm İslam dünyası için birliğin ve beraberliğin sembolüdür. Yüz yıl önce ortadan kaldırdılar. Hali hazırda Müslüman halklar, altmıştan fazla devlet idaresi altında yaşamaktalar. Bu devletler, İslami adil bir yönetimle yönetilmediği gibi bu devletlerin başında yer alan idareciler de küresel emperyal hegemonik güçlere göbek bağıyla bağlıdırlar. Küresel emperyal hegemonik güçler, mevcut sömürü düzenlerini daha da kolaylaştırarak idame ettirme adına devletlerin yöneticilerini kendilerine bağlamakla yetinmiyor o devletlerde yaşayan halkların farklılıklarını çatışma sebebi haline getirip onları, hiç bitmeyecek kısır döngü bir çatışmanın içerisine sokmaktadırlar. Bu anlamda en çok kullandıkları farklılık; ırk ve mezhep farklılığıdır. Müslümanların idaresi altında yaşadıkları devletlerin çok kötü yönetilmesi, zorbalığın, siyasi, sosyal ve ekonomik hak gasplarının, kayırmacılığın, dolandırıcılığın, rüşvetin ve ahlaksızlığın kol gezmesi, daha da önemlisi ilmi anlamda geri kalmışlık bu farklılıkların çatışma sebebi haline getirilmesine çanak tutmaktadır. Peki, küresel emperyal hegemonik güçlerin, İslam coğrafyalarını sömürebilme adına çatışma sebebi haline getirmek için var güçleriyle kullanmaya çalıştıkları en önemli araçlardan biri olan bu mezhep meselesi nedir? Nasıl yaklaşılmalı?
Mezheb kelimesi, terim olarak "dinin asli veya fer'i hükümlerinin dayandığı delilleri bulmakta ve bunlardan hüküm çıkarıp yorumlamakta otorite sayılan âlimlerin ortaya koyduğu görüşlerin tamamı veya belirledikleri sistem" diye tanımlanabilir.(5) Üstad Molla Mansur bu konuda şöyle bir tanım yapmaktadır; 'Mezheb, bir müctehidin Kitap ve Sünnet ışığı altında fikir yürüterek benimsediği yorumlardır. Daha açık bir ifade ile müctehidin benimsediği zanni görüşlerdir. Yani kat'i olmayan zanni düşüncelerdir. İsabet de etmiş olabilir, hataya da düşmüş olabilir. Bununla beraber yine de bir ecir kazanır. Çünkü ilmi güç ve takatini sarf etmiştir. İctihad seviyesine yükselen her bir müctehid için özel bir mezheb vardır. Kendi ictihadını, mezhebini reddeden şer'i bir hüccet eline geçmezse kendi ictihadıyla amel etmek zorundadır, başka bir müctehidi taklit etmesi haramdır. Ama ictihad seviyesinde olmayan herhangi bir müslüman istediği bir müctehidi taklit edebilir. İşte mezheb ve ictihad kavramı budur.'(6)
Tanımda yer alan asli hükümler dinin inanç esaslarını; fer'i hükümler ise ibadetler ile insanlar arası münasebetleri hedef almaktadır. İman esaslarını konu edinen mezhepler itikadi, diğerleri de fıkhi mezhepler diye isimlendirilmiştir. Muhammed Ebu Zehra gibi bazı çağdaş mezhepler tarihi müellifleri, fıkıh mezheplerinin dışındaki grupları siyasi (Şia, Hariciler) ve i'tikadi (Mu'tezile, Eş 'ariyye , Matüridiyye vb .) olmak üzere taksime tabi tutmuşsa da siyasi mezheplerin, sonraları kendilerine has itikadi ve fıkhi görüşleri de oluştuğundan sözü edilen taksimi esas almak isabetli görünmemektedir.(7)
Mezheplerin ortaya çıkışının birçok sebebe bağlı olduğu görülmüştür. Ele alınan konuların karmaşıklığı ve anlaşılmasının zor olması, bu meseleyle ilgilenen kişilerin isteklerinin değişik olması, eğitim düzeyi ve ilgi alanının farklılığı, geleneksel sosyal yapının sağlıklı bir biçimde sorgulanmaksızın benimsenmesi, bazı insanlardaki liderlik hırsı bu sebeplerin başında gelmektedir(8). Mezheplerin ortaya çıkışını etkileyen faktörleri Kelami anlamda beş gurupta kategorize etmek mümkündür. Bunlar sırasıyla;
a) Nass'ların Özelliği ve Nassları Yorumlamada Meydana Gelen İhtilaflar: Yoruma açık olanlar için ayet ve hadislerin yorumu, hadislerin ayetler karşısındaki konumu, hangi hadislerin bağlayıcı olduğu...vb. konulardaki farklı yaklaşım tarzları ihtilafa neden olmuştur. İslam'ın temel kaynakları olan Kur'an ve Sünnet'te zaruriyyat-ı diniyye denilen ana ilkeler genel hatlarıyla anlaşılır olmakla birlikte bunların ayrıntılarıyla ilgili hususlar, naslarda açık biçimde yer almamıştır. Bizzat Kur'an'da ayetlerin muhkem ve müteşabih kısımlarına ayrıldığı, müteşabihlerin ancak ilim de derinlik kazanmış kimselerce anlaşılabileceği ifade edilmiş (Al-i imran 3/7), hangi ayetlerin muhkem, hangilerinin müteşabih olduğu belirtilmemiştir. Mesela Allah'a "el" ( e l - Feth 48/ 10 ) , "yüz" (el-Bakara 2/115 ) , "arş" (Taha 20/5 ) , "gelme" ( el-Fecr 89/22 ) gibi sıfatlar izafe eden ayetlerin; cennet, cehennem, sırat, mizan vb. mahiyeti bilinemeyen ahiret hayatıyla ilgili hususların ve bazı surelerin başındaki huruf-i mukattaanın te'vil edilmesi bir kısım âlimlerce uygun görülmezken bazıları bunların te'vile tabi tutulabileceğini düşünmüştür. İlk dönemlerden itibaren Selefiyye ve ehl-i hadis, Müşebbihe ve Mücessime, daha sonra halef diye anılan kelamcıların ortaya çıkmasında bu husus önemli amillerden birini teşkil etmiştir (9)
b) Kader Problemi: Dünyada ve ahirette sorumluluk yükleyen fiillerle doğrudan alakalı olması bakımından kader meselesi daha Hulefa-yi Raşidin döneminde konuşulmaya başlanmış, kendilerine yöneltilen sorular üzerine Hz. Ömer ve Hz. Ali kaderle ilgili bazı görüşler beyan etmiştir. Ashap devrinde meydana gelen siyasi ve sosyal olaylar kader konusunu gündeme getirmiş, Cemel ve Sıffın savaşlarının ardından birçok kimse bu savaşların kaderle ilgisi etrafında tartışmalara girmiştir. Sonraki yıllarda Emevilerin, adil olmayan icraatlarını meşrulaştırmak amacıyla kader inancını cebir anlayışı doğrultusunda yorumlaması meseleye siyasi bir boyut kazandırmış, böylece konu çeşitli yönleriyle incelenmiştir. Bu tartışmalarda isimleri öne çıkan Ma'bed el-Cüheni ve Gaylan ed-Dımaşki gibi şahıslarla teması bulunan hareket Kaderiyye fırkasının teşekkülüne sebep olmuştur. Diğer taraftan Ca'd b. Dirhem ve Cehm b. Safvan cebre dayanan görüşler ortaya koyarak taraftar toplamış ve Cehmiyye fırkasının doğmasına yol açmıştır. İç ihtilaflar, siyasi amiller, Müslümanların Yahudi ve Hıristiyan teolojisiyle karşılaşması gibi faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan kader meselesi bazı itikadi fırkaların doğuşuna zemin hazırlamış ve hemen bütün fırkaların görüş belirttiği önemli bir problem olma niteliğini daima korumuştur.
c) Siyasi Sebepler; Şehristani, eserinin mukaddimesinde İslam'da uğrunda kılıçların çekildiği en büyük ihtilaf konusunun hilafet olduğuna işaret ederken ( el-Milel ve'n-nihal, 1, 13 ) şarkiyatçılar da fırkaların teşekkülünde siyasi sebeplerin ayrı bir yer tuttuğunu belirtir. Resul-i Ekrem'in vefatından hemen sonra yapılan toplantıda Hz. Ebu Bekir halife seçilmiştir. Ancak bu husus, Sa'd b. Ubade'nin halifelik adaylığını destekleyen Ensar, Resulullah'ın cenaze işleri dolayısıyla toplantıda bulunamayan Hz. Ali'nin halife seçilmesini isteyen Haşimiler, Hz. Ebu Bekir'in halifeliğini gerçekleştiren muhacirler ve mevcut adaylardan hiçbirini benimsemeyip tarafsız kalanlar olmak üzere ashabın dört gruba ayrılmasını önleyememiştir. Öte yandan Hz. Osman döneminin ikinci yarısından itibaren çeşitli sebeplerle ortaya çıkan siyasi kargaşa genişleyerek halifenin şehid edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olaylar, siyasi gaye ve anlayışlara dayalı birtakım grupların doğmasını kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu gruplar, siyasi düşüncelerini temellendirmek yahut siyasi amaçlarının arkasındaki hedeflerini örtmek için dini naslara dayanmaktan geri kalmamıştır. Nitekim Hz. Ali'nin saflarında yer alırken Sıffin Savaşı'ndaki tahkim uygulamasına rıza göstermeyip Harura'ya çekilen grup ilk fırka niteliği taşıyan Hariciler'in doğmasına yol açmıştır. Aynı şekilde hilafet tartışmalarında Hz. Ali yanlısı olanlar zaman içinde gelişen siyasi hadiselere bağlı olarak zümrelere ayrılmış, hilafetin Ali ve çocuklarının hakkı olduğu görüşü etrafında birleşen, fakat ayrıntıda birbirinden ayrılan birçok tali fırka meydana gelmiştir. Siyasi sebepler Haricilik ve Şiilik gibi iki ana fırkanın teşekkülüne yol açtığı gibi öteki gruplaşma faaliyetlerinde de önemli rol oynamıştır.
d) Kabile Asabiyeti: Kökü eskilere uzanan ve Cahiliye devrinde ileri safhalarda bulunan soy ve kabile asabiyeti, her ne kadar İslam'ın takvaya dayalı üstünlük ilkesiyle önlenmiş (el-Hucurat 49/13 ) ve Hz. Peygamber zamanında pek görülmemişse de onun vefatının ardından tekrar ortaya çıkmış, birçok ihtilaf, siyasi faaliyet ve fırkalaşmada amillerden biri olmuştur. Hz. Osman'ın akrabalarını önemli görevlere getirmesi öteden beri devam eden Haşimi- Emevi çekişmesini yeniden canlandırmış ve isyancıların başlıca şikâyet konularından birini teşkil etmiştir. Haşimiler'den olan Hz. Ali'nin hilafete gelmesi üzerine valilikten azledilen Erneviler'den Muaviye b. Ebu Süfyan, Hz. Osman'ın şehid edilmesine ilgisiz kaldığı ve isyancıları ordusunda barındırdığı gerekçesiyle Hz. Ali'ye biat etmemiş ve neticede Sıffin Savaşı meydana gelmiştir. Aynı şekilde Mudar ile Rebla kabileleri arasında geçmişteki büyük mücadeleler Mudar'ın Hz. Ali'nin saflarında yer almasında, Rebia'nın da Ali'nin ordusundan ayrılıp Hariciler'e katılmasında etkili olmuştur.
e) Sosyokültürel Sebepler: Hz. Peygamber döneminden itibaren yayılmaya başlayan İslam dini Yahudi, Hıristiyan ve Mecusiler tarafından da benimsenmiştir. İhtida hareketlerine, fetih faaliyetlerine ve siyasi hâkimiyete bağlı olarak İslamiyet Suriye, Filistin, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika, Endülüs, İran, Horasan, Türkistan, Kafkaslar ve Hindistan'a kadar geniş bir sahaya ulaşmış, bu süreç içinde birçok farklı din mensubu İslamiyet'i benimsemiştir. Eski inançlarını bırakıp İslam'a giren insanların bir kısmı yeni dinin temel esaslarını kısa zamanda kabul ederken bir kısmı bunu uzun bir zamanda özümseyebilmiş, bazıları da gerçekten inanmadığı halde inanmış gibi görünerek intikam almak için çeşitli hesaplar içine girmiştir. İslam'ı benimseyenler de yeni inanç ve düşüncelerini eski inanç ve geleneklerinin etkisinde kalarak oluşturmaya çalışmış, sonuçta bu sebepler de bazı fırkaların oluşmasına yol açmıştır.(10)
Üstad Molla Mansur, mezhepler arasındaki ihtilafın nedenlerini önce İslam Hukuku açısından ele alarak işlemiş. Daha sonra itikadi mezheplerin oluşumunda etkili olan siyasi sebepleri zikretmiş. Konuyu İslam Hukuku açısından ele alırken; 'ashab, tabiin ve diğer imamlar arasındaki ihtilaf,' başlıklarıyla ele almış. Ashab-ı Kiram arasındaki ihtilafları; bir sahabe, Rasulullah'tan işittiği ile amel ederken bunu işitmeyen başka bir sahabenin içtihada başvurmasına ve bazı sahabilerin eksik hıfzettikleri rivayetlere bağlamış. Müctehid İmamlar arasındaki ihtilafların sebeplerini ise:
1- Farklı anlamlara gelebilen lafızlardan doğan ayrı ictihad ve görüşler; mesela ''Veya kadınlara dokunduğunuz zaman...'' ayetinde geçen 'lems/dokunma' sözcüğünün anlamı üzerinde İmam Şafii ve Ebu Hanife ihtilaf edip farklı ictihadlarda bulunmuşlardır. İmam Şafii 'lems/dokunma' sözcüğü mecaz ve kinaye olmayıp 'dokunma' şeklindeki gerçek manasını ifade eder, diye görüş belirtmiştir. Ebu Hanife ise 'Her ne kadar bu sözcüğün gerçek manası dokunma ise de burada mecazi manası olan cinsel ilişki anlamında kullanılmıştır.' Bu edebi üslupla hitap etmek o günkü Arap toplumunda yaygındı. Bu mecazi mana hakiki-gerçek manadan daha fazla şöhret kazanmıştı. Böyle olunca mecaz tercihe şayandır. Gerçek mana varken mecaza gidilmez kuralı ise; mecazi mana hakiki manadan daha fazla şöhret kazanmamışsa doğrudur, demiştir.
2- Müctehide, mevcut bir konu hakkında sahih hadis rivayeti ulaşmadığı zaman, kıyas yapmak zorunda kalarak görüş belirtir. Bu durum da sahih rivayette muhtelif bir görüş (mezheb) ortaya çıkardı.
3- Bir müctehid bir konu hakkındaki gelen hadis rivayetini kendi ölçüleri dâhilinde sahih kabul ederken, diğer bir müctehid aynı hadis rivayetini zayıf kabul edip ictihad etme durumunda kalır. Böylece ayrı ayrı görüşler (mezhepler) ortaya çıkardı.
4- Yahut bir konu hakkında sahih rivayet olur, bir de aynı konu ile ilgili Medine ehlinin uygulaması bulunurdu. Bazıları sahih rivayeti kabul ederken, bazısı ise Medine ehlinin uygulamasını tercih ederdi. Netice itibariyle birbirine zıt iki görüş (mezheb) ortaya çıkardı. Mesela; Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Rasulullah Aleyhis-Selam; '' Alıcı ve satıcı mecliste (alışveriş yeri) birbirinden ayrılıncaya kadar (cayma) pişmanlık hakkına sahiptirler'' buyurur. İmam Malik ise Medine ehlinin uygulamasına itibar ederek; 'Pişmanlık hakkı yoktur' demiştir. Dolayısıyla iki ayrı görüş (mezheb) ortaya çıkmıştır.
5- İmam Ebu Hanife tüm Müslümanların müptela olduğu (karşılaştığı) bir konuya dair ahad olan rivayeti sahih olsa dahi reddedip şer'i delil olarak kabul etmez. Rivayetin tevatür yoluyla olmasını şart koşar. Ama geriye kalan müctehidler ise bu görüşe muhalefet edip ahad ve sahih olan rivayetleri şer'i delil (hüccet) olarak kabul ederler.(11)
Böyle bir değerlendirmeden sonra Üstat Molla Mansur, mezhebi farklılıkların akıl tarafından çirkin görülse dahi ictihadi farklılık olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyerek çok önemli bir konuya işaret etmekte ve şöyle demektedir; ' Şunu kesin olarak bilmeliyiz ki, müctehid imamların ictihadından doğan mezhebi farklılıklar konu itibarıyla ne kadar hassas olursa olsun, akıl onu istikbah etse de (çirkin görse de) tabiata aykırı olsa da, yine de saygıyla karşılamak ve cerh etmemek gerekmektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet akidesine göre hüsn (iyilik ve güzellik) ve kubh (çirkinlik) şer'idir. Yani güzellik ve çirkinlik Allah'ın (cc) emrine tabidir. Aklın hükmüne değil... Böyle olmasına rağmen bazı kardeşlerimiz ( Ehl-i Sünnet mensupları olduklarını iddia eden ) akıl ve tabiata göre hüküm vermekle Ehl-i Sünnet çizgisinden çıktıklarının farkında değiller.' Ardından Üstad, mezhepler tarihinde yaşanmış üzücü ve ibret verici bazı olaylardan kesitler sunuyor. Hanefi kadılarından olan Muhammed bin Musa El Sağani'nin; 'Eğer yetki elimde olsaydı Şafiilerden cizye alırdım' sözünden tutun Şafii fakihlerinden Ebu İshak El İsfehani'nin; ' Bir Şafiinin bir Hanefi imamına tabi olup ardından namaz kılması sahih olmayıp batıldır' iddiasına, Afganlı bir Hanefi imamın kendisine tabi olan bir Şafiinin göğsüne Fatiha okuduğu için iki yumruk vurup yere sermesinden tutun, bir erkek Hanefi'nin bir Şafii kadınla evlenemeyeceği fetvasını verenlere kadar mezhepler tarihinden dehşet verici tablolar sunmuş. Ardından Emeviler döneminden ta Selçuklulara kadar mezhep farklılığından kaynaklı işlenen vahşetlerden kesitler sunan Üstad Molla Mansur, mezhep farklılığıyla ilgili çok önemli bir tespit yaparak şunları söylemektedir; 'Bence fıkhi mezhepler gibi itikadi mezhep olarak bilinen Ehl-i Sünnet dışındaki diğer fıkıhlardan hangisi olursa olsun, görüşleri ne olursa olsun -küfre karışmamak şartıyla- Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarmada heva ve heves olmazsa, çıkarılan hükümler yanlış da olsa herhangi bir mesuliyet yoktur. Bilakis güç ve takat sarf ettikleri için ecir bile kazanırlar.' Biz Mezhepler Arasında Vahdet ve Takribe İnanıyoruz, Mezhepçiliği ve Tahripçiliği Reddediyoruz başlıklı makalesinde de buna benzer bir yaklaşımı ifade ederek şöyle demektedir; 'Ben şuna inanıyorum: Fıkhi mezhepler arasındaki görüşler ictihadi görüş olduğu gibi, itikadi mezhepler arasındaki ihtilaf ta ictihadi görüştür. Yanlış ta olsa, çirkin de olsa herhangi bir mes'uliyet yoktur, belki ecir vardır. Şer'i deliller çerçevesinde ictihad edildiği müddetçe şer'i ictihad sayılır.'
Görüldüğü gibi başlangıçta sorunlara çözüm bulma ve dinin daha iyi anlaşılmasını sağlama adına oldukça yararlı birer araç olan mezhepler, mezhepçiliğe tahvil olduktan sonra amaç haline geldi. Bunun anlamı, en azından mezheplerin birtakım temel görüşlerinin din gibi telakki edilmesi ve dinin birtakım temel fonksiyonlarının mezheplere yüklenmesi demektir. Oysa mezhep, dinin kendisi değil, dinin yorumudur. Kolaylık, rahmet ve terakkiyet sebebi olan ictihad müessesinin doktrinleşmiş hali olan mezheplere 'mutlak doğruluk' izafe etmek inhiraftır ve İslam'ın genel ilkelerine aykırıdır.
Üstad Molla Mansur, Biz Mezhepler Arasında Vahdet ve Takribe İnanıyoruz, Mezhepçiliği ve Tahripçiliği Reddediyoruz başlıklı makalesinde, İmam Humeyni'nin 21 Temmuz 1980 tarihinde İslam âlemine seslenerek yaptığı şu konuşmayı naklediyor; '' Acaba şu tefrikadan kim istifade edebiliyor? Müslümanların Şii, Sünni, Hanefi, Hanbelî gibi taksimlerle gündem oluşturması herhangi bir fayda sağlayamaz. İslam hizmetinde ve İslam gölgesi altında yaşamak isteyen tüm toplum fertlerinin bu gibi hassas meseleler ile uğraşmaması gerekmektedir. Hepimiz kardeşiz, aynı kalp ile yaşıyoruz. Nihayet Hanefi bir kimse kendi âlimlerinin fetvaları ile amel etmektedir. Şafiiler de kendi âlimlerinin fetvaları ile amel etmektedirler. Şurada da ayrı bir kitle Şi'a kitlesi olup İmam Sadık'ın fetvaları ile amel etmektedirler. Bu ise ihtilafı (keşmekeşi) gerektirmez. Evet, birbirimize düşmemeliyiz, birbirimize karşı cephe almamalıyız. Hepimiz kardeşiz. Şii, Sünni kardeşler üzerinde, tüm ihtilaflı konulardan uzak durmak İslami bir vecibedir. İhtilaflardan yararlanan o kimseler ki, ne Sünniliğe inanıyorlar ne Şiiliğe inanıyorlar ve ne de Hanefi ve diğer İslami mezheplere inanıyorlar. Belki bunlar, İslam'ı kökünden söküp atmak peşindedirler. Aramıza tefrika tohumu atmaktadırlar. Aklınızı iyice başınıza alın. Hepimiz Müslüman'ız, Kur'an ve tevhid ehliyiz. Kur'an ve tevhid için çalışmalıyız'' Üstad Molla Mansur bu cümlelerin davet ve harekette temel bir çizgi olduğunu, mutaassıp Sünni ve Şii'lere ikaz dersi olduğunu ifade ediyor.
Üstad Molla Mansur, Mezhepler Arasındaki İhtilafların Doğuş Sebepleri ve Mezhebi Taassuptan Kaynaklanan Savaşlar başlığıyla yazdığı makalesinin son paragrafında son derece önemli ve çarpıcı tespitlerle bitirerek şöyle diyor; 'Son söz olarak şunu söylemek istiyorum: İslam tarihinde değil, belki Müslümanların tarihinde ( çünkü aziz İslam'ı bu tip olaylardan tenzih ederiz) bu gibi taassuba dayanan nahoş olaylar çok yaşanmış ve sonuçta Müslümanların tarihinde kara sayfalar açmıştır. Tabii ki bunların tümü aziz İslam'a ve Müslümanlara zarardan başka bir şey sağlamamış, Müslümanlara tefrika, zayıflık, güçsüzlük, zillet, kölelik, dünya emperyalizmine yem olma kalırken; küfür dünyasına ve dünya emperyalizmine de, izzet, güçlülük, hükümranlık kazandırmıştır ve bugün dünya emperyalizmi özellikle kan içici büyük şeytan Amerika, bölüp parçalama planını İslam âlemi içinde en güçlü bir silah olarak kullanmakta ve gündemde tutmaktadır. Müslümanlar, çok hassas ve uyanık olmalıdırlar. Tüm Müslümanların üzerinde birleştiği ortak İslami temel esaslar üzerinde vahdet sağlayıp, kat'i (kesin) delillerle sabit olmayan mezhebi konuları nazarı dikkate almadan, taassuptan uzak kalmaları gerekmektedir. Allah bizlere birlik, beraberlik ve sıhhatli bir ümmet anlayışı nasib etsin.'
Üstadın makalesinin başında yazdığı paragrafı sonuç paragrafı yaparak yazımızı bitirelim; 'Bir toplum veya ümmetin, birlik ve beraberlik içerisinde olduğu müddetçe hiçbir emperyalist güç tarafından mahkûm ve mağlup edilmesi söz konusu olamaz. Çünkü en güçlü silahla donatılmıştır. Birlik silahı, vahdet silahı...'
Biz de diyoruz ki; İslam'ı ve Müslümanların derdini dert edinen ve ilmiyle amil olan Molla Mansur'a Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Yüce Allah, onun gibi âlimlerin sayısını ümmet içerisinde çoğaltsın. Çoğaltsın ki ümmet aydınlansın.
KAYNAKLAR
(1)el-Bakara, 2/120. Er-Rad, 13/37
(2) Alak, 96/1.
(3) Molla Mansur GÜZELSOY, İnsan Haklarından İslami Harekete İlmi ve Siyasi Tahliller, Fıtrat yay.,İstanbul, 1996, s.,147-172.
(4) Molla Mansur Güzelsoy, a.g.e., s.147-148
(5) TDV İslam Ansiklopedisi DİA, c., 29, mezheb mad.
(6) Molla Mansur Güzelsoy, a.g.e., s.150.
(7) TDV İslam Ansiklopedisi DİA, c., 29, mezheb md.
(8) Muhammed Ebu Zehra, Tarihu-l Mezahibi-l İslami, Kahire, s. 7-10
(9) TDV İslam Ansiklopedisi DİA, c., 29, mezheb mad.
(10) İlyas Üzüm, DİA, c., 29, mezheb mad.
(11) Molla Mansur Güzelsoy, a.g.e., s.151-154
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8