Bismillahirrahmanirrahim
Şura, İslami hükümetin teşekkülündeki iki temel unsurdan biridir. Hakkında iki ayet, sünni ve şi’i hadis kaynaklarında da ikiyüze yakın hadis vardır. (1)
İslami hükümetin yapısı ile ilgili bu konuyu ele almamızın asıl amacı, islami hareketlerin informel dönemlerde tercih edecekleri yönetim biçimlerine ışık tutabilmekti. Ne ki, konunun ele alındığı kaynaklar ya da en azından bizim başvurduğumuz kaynaklar, konuyu devlet düzeyinde incelemişler. Sadece Mevdudi’nin ‘Nazariyetu el- İslam ve Hedyuhu’ adlı eserinde şuranın Peygamber (s.a.v.) dönemindeki teşekkülünü incelerken konuya Mekke döneminin başından başlaması, şuranın İslami hareketin informel döneminde nasıl oluşacağına dair ışık tutmaktadır. Dolayısıyla biz de konuyu anahatlarıyla İslami hükümet bazında ele almak zorunda kaldık; ama bununla birlikte, mümkün oldukça formel dönemdeki şura sisteminden informel döneme ilişkin sonuçlar çıkarmaya çalıştık. Ancak bizim bu çabamız, konuya ilgi duyanların konunun aslından gerekli çıkarımlarda bulunma çabasıyla birleştiğinde daha verimli olabilecektir.
Şuranın Kök, Kelime ve Istılahi Anlamı
‘Şura’ nın bir kök anlamı, bir kelime anlamı, bir ıstılahi anlamı ve bir de bu ıstılahi anlamın yönetim bilimine taşınarak kazandığı anlamı vardır.
Konunun ele alındığı tüm kaynaklarda ‘şura’nın kök ve ıstılahi anlamı zikredilmiştir. Şura, meşveret ve istişare, ‘şur’ kökünden olup petekten bal çıkarma anlamında kullanılır. Araplar “ şurtu el asele”, yani “ balı peteğinden çıkardım” derler.(2) Aynı zamanda deveden süt sağma fiili içinde kullanılır.
Kelime anlamı olarak şura, hakkında müşavere edilen ve fikir teatisinde bulunulan iş ve öneri anlamındadır.
Şuranın ıstılahi tanımları birbirlerine yakın olduğundan, bunlardan üçünü aktarmakla maksadın hasıl olacağını umuyoruz.
Şura, bazılarının bazılarına müracaatı ile bir görüş oluşturmaktır.(3) Bir diğer tanıma göre şura, hayra isabet etmek ve hatalardan kaçınmak ve de sorunu etraflıca kuşatmak maksadıyla bir mes’ele hakkındaki görüşleri çıkarmaktır.(4) Bir başka tanımda ise şura, bir sorun veya bir konu hakkında, farklı görüşlerin arzedilmesi, o konu hakkında farklı bakış noktalarının değerlendirilmesi, akıl ve fehm sahiplerince test edilmesidir. Ta ki, doğrusuna veya en doğru ve en güzeline ulaşılsın, onunla amel edilsin ve arzulanan sonuçların en güzeli gerçekleşsin. (5)
(*) Bu yazı, Zeki Savaş tarafından 1997 yılında Sebat dergisinin 18. Sayısında Zekeriya Barış adıyla yayınlanmıştır.
Şuranın anlamı
Gerek bir sistem olarak şura ve gerekse ondan farklı olan istişarenin alanı sınırsız değildir. Her konu şuraya getirilip değerlendirilerek bir sonuca veya bir hükme varılamaz. Şuranın ele alacağı konular olduğu gibi, ele almayacağı konular da vardır. Hangi konuların şuranın kapsamına girdiği ve hakkında istişare edilebileceği ve hangi konuların şuranın kapsamı dışında kaldığına ilişkin bazı görüşler şöyle özetlenebilir:
Şehid Muhammed Bakır e’s Sadr, “ … işlerini kendi aralarında şura ile yaparlar…” ayeti ile ilgili olarak, “ … bu ayet, aksi bir nass varid olmadıkça, ümmete kendi işlerini şura yoluyla idare etme yetkisini veriyor.” diyor. (6)
Ümmete verilen bu hakk, ümmeti oluşturan hükümetlere, hareketlere ve daha küçük birimlere de intikal eder. İşleri şura ile görürken, hükme bağlanacak konunun, yetki alanında olup olmadığına bakmak gerekir.
Şuranın çalışma alanına giren konular, hakkında vahyin inmediği ve sünnetin bulunmadığı ictihadi konulardır. Kur’an’da veya Sünet’te hakkında nass olan konular, ya kat’idir ve hakında ihtilaf yoktur ki, bu konularda istişareye yer yoktur, nassa teslim olunur; ya da nassın anlamı üzerinde ihtilaf edilir ki, burada nassın anlamını belirlemek için şura söz konusu olur.
Hakkında vahyin inmediği konular ise, şuranın ilgi ve çalışma alanına girer. Savaş ilanı, anlaşmalar, devlet yöneticilerinin ta’yini, ekonomik, siyasi, sosyal ve sair konular, hakkında özel bir nass yoksa, şuranın kapsamı içindedir. Eğer hakkında nas olup delaleti zanni ise, bu durumda nassın anlamını belirlemek için şuraya başvurulur. (7)
Fahreddin-i Rrazi, ‘ hakkında nass olmayan her konuda şuranın caiz olduğunu’ ulemanın ittifak ettiği bir konu olarak nakletmiştir. (8)
Şevkani ise, “… işleri kendi aralarında şura iledir…” ayeti hakkında, “ … maksat karşılaştıkları her konudaki şuralarıdır.” diyor. (9)
Dr. M. Abdülkadir Ebu Fars ise şöyle diyor: “ Şura; insan yaşamının fikri çabaya, görüş alış- verişine, ilmi tartışmaya, akli delillere ve şer’i hükmün istinbatına ihtiyaç duyan tüm yönlerini kuşatmaktır. Öyleyse şura, insan yaşamındaki siyasi, sosyal, ekonomik, ahlaki ve hukuki yönleri kapsamaktadır. (10)
Ayetüllah Ca’fer Sübhani, Al-i İmran suresi’nin 159. Ayetindeki “… iş hususunda onlarla müşavere et…” ifadesi ile Şura suresi’nin 38. Ayetinde geçen “… işlerini kendi aralarında şura ile yaparlar…” ifadesindeki ‘ el-emr (iş)’ hakkında şunları diyor. “ her ne kadar her iki ayette geçen ‘ el- emr’ kelimesi geniş bir anlama sahip olup bütün işleri içerse de, Peygamber’in (s.a.v) ilahi ahkam konusunda insanlarla meşveret etmediği kessindir. İlahi ahkam konusunda sadece vahye tabi olurdu. Meşveret konusu sadece emirlerin icra şekli ve ilahi ahkamın uygulanması ile ilgiliydi.
Bu anlamıyla meşveret, hakkında şer’i bir emrin olmadığı, Kur’an ve Sünnet’in hakkında bir hüküm belirtmediği konularda ehlül hal’ ve’l akd ve görüş sahipleri ile yapılır. Hakkında şer’i hükmün açık olduğu konular meşverete ihtiyaç duymadığı gibi bu tür konular hakkında meşverette bulunmak şirke girme şüphesini taşıdığından kesinlikle bundan kaçınmak gerekir. Bundan dolayıdır ki, Peygamber (s.a.v ) bir öneride bulunduğu zaman, Müslümanlar, bunun ilahi bir hüküm ve görüş belirtilmemesi gereken bir kanun mu yoksa kanunların nasıl uygulanacağı ile ilgili mi olduğunu sorarlardı. Eğer ikinci kısımdan ise görüş belirtiyor, birinci kısımdan ise teslim oluyorlardı. (11)
Peygamber (s.a.v) Döneminde ve Sonrasında Şuranın Teşekkülü ve Gelişimi
Hz. Muhammed’in (s.a.v) risalet ile mükellef kılınması, vahyin inmeye başlaması ve ilk islami da’vet ile Hz. Resul’ün (s.a.v) etrafında islam toplumunun ilk nüvesinin oluşmasıyla meşverete de zemin oluşmuştu. Bu ilk nüve, samimi, sağlam ve dirayetli insanlardan oluşup Hz. Resul’ün (s.a.v) yakın da’va arkadaşları ve aynı zamanda da da’vetin uygulanması, etkileri, sonuçları ve meydana gelen hadiselerle ilgili yeri geldikçe kendileriyle istişare ettiği kimselerdi. Da’vetin ilk yıllarında oluşan bu nüve ile beraber tabii bir iştişare ortamı ve doğal bir şura da teşekkül etmiş oluyordu.
Müslümanların sayıca bir hayli arttığı ikinci dönem olan Mekke yıllarının ortalarından sonlarına doğru, şiddetli imtihanlarından başarı ile geçen, deneyimli, basiretli, ferasetli ve olağanüstü çaba ve çalışma gösteren bazı sahabeler, bariz bir şekilde öne çıkarak Hz. Resul’ün (s.a.v) istişare hey’etine girmeyi başardılar. Zira sayısal artış, herkes ile istişare etme imkanını zorlaştırıyordu. Ayrıca sayısal artış, keyfiyyet ile tahdit edilmediğinden her Müslüman mes’eleler hakkında görüş sahibi değildi. Kendileri ile iştişare edilenler, mücadelenin pratiği içinde başarı ve katkılarıyla tebarüz etmiş kimselerdi.
Şuranın şekillenmeye başladığı bu ikinci merhale de tabii bir süreç idi. Ve şura, da’vanın pratik gelişimi içinde şekilleniyordu.
Medine’ye hicret edildikten sonra İslam da’vası yeni bir döneme giriyordu. Hicret, devletleşme sürecinin ilk adımıydı. İslami da’vanın Medine’ye taşınmasını ve orada yurtlanmasını sağlayan Ensardan ileri gelenler, üçüncü bir unsur olarak Hz. Resul’ün (s.a.v) istişare hey’etinde yer almaya başlar.
Hz. Muhammed’in (s.a.v) risalet ile görevlendirilmesiyle başlayan islami hareket Medine’de devletleşince Hz. Resul’ün (s.a.v) istişare hey’etine iki unsur daha eklendi.
1-İslam davetinin yaygınlaşmasında, siyasi ve askeri alanda çok büyük başarılar gerçekleştiren sahabeler.
2-Kur’an ilminde derinleşen tefakkuh sahibi sahabeler…
Mevdudi’nin konunun girişinde zikrettiğimiz eserinde şuranın Hz. Resul (s.a.v) zamanındaki doğuşuna ve gelişimine ilişkin işaret ettiği bu konu, İslami hareketlerin informel ( gayr-i resmi ) dönemlerinde oluşturacakları yönetim tarzına önemli katkılar sunmakta ve doğal yönetimin, doğal şuranın oluşumuna ve hangi nitelikteki insanların buna katılacağına ışık tutmaktadır.
Hz.Resul’ün (s.a.v) irtihalinden sonra, O’nun zamanında teşekkül eden şuranın genel hatları korunmakla beraber, yönetim tarzına ilişkin tartışmalar başgösterir.
Hz. Resul’ün (s.a.v) İslam Peygamberi ve Medine’de oluşan ilk İslam devletinin başkanı olduğu, müteffekün aleyh mevzulardandır. Yönetime ilişkin tartışmalar ve farklı görüşler ise, O’nun vefatından sonraki döneme ilişkindir. Ehl-i Sünnet’e göre “ Peygamber (s.a.v), kendisinden sonra kimin halife olacağına dair ve kesin bir yönlendirme ve emirde bulunmamıştır. Sahabe de bu sükuttan ve “… işlerini kendi aralarında şura ile yaparlar…” ayetinden Allahu Teala'nın kendilerini Peygamber’den (s.a.v) sonra devlet başkanını seçmede muhayyer bıraktığını ve bu seçimin de Müslümanlar arasında şura ile olması gerektiğini anladılar ve Hz. Ebu Bekr’i halife olarak seçtiler. (12)
Hz. Ebu Bekr (r.a), hilafetinin ve ömrünün sonunda hastalanınca, sahabelerden ileri gelenleri tek tek çağırır ve Hz. Ömer’in (r.a) hilafeti ile ilgili istişarede bulunur. İkili istişareler sonucu kanaati kesinleşir ve Hz. Ömer’i kendisinden sonra halife ta’yin eder. Hz. Ebu Bekr’in izlediği yöntemin şura mı olduğu, yoksa atama (ta’yin) mi olduğu konusunda farklı yorumlar yapılmaktadır.
Hz. Ömer de bir saldırı sonucu ağır yaralanınca, altı kişilik bir şurayı kendi aralarından birini halife seçmekle görevlendirir. Ve bu seçimin kendi vefatından sonra üç gün içinde gerçekleşmesini ister ve halka hitaben şöyle der: “ eğer vefat edersem, Süheyb üç gece size namaz kıldırsın!.. Sonra toplanınız; sizden her kim Müslümanlar ile meşveret etmeden emir olursa onun boynunu vurunuz! “(13)
Şura’daki altı kişiden biri Abdurrahman b. Avf’ın Hz. Ali (a.s) ile Hz. Osman’dan birini seçmesi, şura tarafından karara bağlanır. O da iki kişiden daha tercih edileni tesbit edip onu emir seçmek için sahabe ile, ileri gelenlerle tek tek, ikili, toplu, açık ve gizli işaretlerde bulunur ve çoğunluğun Hz. Osman’ı istediğini görür. Üçüncü günün sabahı Şura camiide toplanır, herkes oraya çağrılır ve Hz. Osman’ın hilafeti ilan edilerek kendisine bey’at edilir. (14)
Hz. Osman’ın şehadetinden sonra, Müslümanlar, Hzç Ali’ye (a.s) gelip O’na, hilafete kendisinden daha layık kimseyi görmediklerini arz ederler. Hz. Ali (a.s) de “ Yapmayınız!.. Benim vezir olmam emir olmamdan hayırlıdır.” der. Sahabe de, “ Hayır, vallahi biz sana bey’at etmeden gitmeyiz!..” derler. Hz. Ali (a.s) de kendisine olan bey’atin açık ve Müslümanların rızası ile olmasını ister ve öyle olur.
Hz. Ali (a.s) İbn-i Mülcem tarafından vurulunca, Müslümanlar O’nun yanına gider ve “ …biz seni yitirsek de yitirmesek de Hasan'a bey’at edeceğiz!” derler. Hz. Ali (a.s) da “ ben bunu size emir de etmem ve sizi bundan sakındırmam da!.. Siz daha basiretlisiniz.” der. (15)
Mevdudi, bu tarihi gelişmelerden şu sonucu çıkarıyor:
“ İslam devlet başkanının seçimi, Müslümanların genelinin rızasına bağlıdır. Kimsenin kendisini zorla onlara başkan yapma hakkı yoktur. Bu makam özel bir sınıf veya aileye has değildir. Bu seçim, hile ve şiddet olmaksızın, Müslümanların tümünün rızası ile gerçekleşmelidir. İslam, Müslümanların tümünün rızasının nasıl sağlanacağı konusuna ilişkin belirli bir yol ta’yin etmemiştir. Müslümanların durumları ve ihtiyaçlarına göre değişik yolları benimseyebiliriz.” (16)
Ne ki, şuranın doğuşu, gelişimi ve halifeler dönemindeki şekillenişi ile ilgili buraya kadar özetlediğimiz tarihi hadiselerin meydana geliş biçimi ve sonraki nesillere intikali, Müslümanlar arası en temel ve ciddi ihtilaf konularından birini oluşturmaktadır. Ehl-i Şia’ya göre Peygamber’den (s.a.v) sonra yönetime kimin geleceği nass ile ta’yin edilmiştir. Ayrıca ilk üç halifenin seçiminin de o kadar sade, tartışmasız, olaysız ve normal bir ortamda gerçekleşmediği ve halifelerin Müslümanların tümünün rızası ile seçilmediği inancındadırlar.
Kur’an’da Şura
Kur’an-ı Kerim’de şura ve müşaverenin açıkça zikredildiği iki ayet vardır. Birincisi, Al-i İmran Sures’inin 159. ayetidir:
“ Allah’ın rahmeti ile onlara karşı yumuşak davrandın… Yoksa kaba ve katı yürekli olsaydın mutlaka yanında ayrılıp giderlerdi. Onları bağışla ve bağışlanmalarını dile!..İş hususunda onlarla müşavere et!..Karar verdiğinde de Allah’a güven!..”
İkinci ayet ise, Şura Suresi’nin 38. Ayetidir:
“ Onlar ki, Rabb’lerinin da’vetine icabet ederler, namazı kılarlar, işlerini kendi aralarında şura ile yaparlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.”
Birinci ayet-i kerimede muhatab Hz. Resul’dür. (s.a.v) Allahu teala, Resulü’ne (s.a.v), mü’minlerle müşaverede bulunmasını emrediyor. Hz. Peygamber (s.a.v) müşaverede bulunmakla mükellef kılındığına göre, Müslümanların mes’uliyetini üstlenenlerin de bu emre riayet etmesi kaçınılmazdır. Zira diğer ayet, bu emrin Hz. Peygamber’e (s.a.v) hass olmadığını göstermektedir.
Ayette geçen ‘ el-emr’ yani ‘ iş’ in hangi anlama geldiğini belirtmiştik. Devlet işleri, siyaset, savaş ve barış gibi anlamlara geldiği yaygın olanıdır. Ancak meşveret ve şura, devlet olma dönemine hass değildir. Devlet öncesi dönemde de işler, siyaset, savaş, barış ve benzeri durumlar yaşandığından, aynı prensip bu dönem için de geçerlidir.
İlahi terbiyeden geçmiş ve vahyin denetiminde olan Hz. Resul’ün (s.a.v) istişareye ihtiyacı olmadığı açıktır. Bu hakikate rağmen müşavere etmekle emronulmasının bir başka hikmeti vardır. Bu hikmetin ne olduğunu Hz. Resul’ün (s.a.v) kendisi açıklamıştır. İbn-i adiy ve Beyhaki’nin İbn-i Abbas’tan rivayet ettikleri bir hadiste İbn-i Abbas şöyle diyor:
“ … iş hususunda onlarla müşavere et!..” ayeti indiğinde, Resulullah (s.a.v) şöyle dedi: “ Allah ve Resulü’nün müşavereye ihtiyacı yoktur. Fakat Allah onu ümmetim için bir rahmet kıldı.” (17)
Kurtubi, bu ayetin tefsirinde şöyle der:
“ Ehl-i ma’na, Allahu tealanın nebisine ashabıyla müşaverede bulunmasını emretmesinin anlamı üzerinde ihtilaf etmiştir. Bir grup şöyle diyor: Her ne kadar Allahu Teala Peygamber’i vahy ile onların görüşlerine ihtiyaç duymaktan müstağni kılmış ise de, bu emir, savaş taktikleri ve düşman ile karşılaşma konusundadır. Bir de onların nefislerini okşamak, kadirlerini bilmek ve dinlerine ısınmalarını sağlamak içindir.
Bu görüş katade, Rebi’, İbn-i İshak ve Şafii’den rivayet edilmiştir.
Katade, Mukatil, ve Rebi’, “ Arapların ileri gelenleri, kendileriyle istişare edilmediği zaman, bu, onların zoruna giderdi. Allah u Teala da, Nebisine, onlarla müşaverede bulunmasını emretti.” diyorlar.
Diğer bir grup ise “… bu emir, vahyin inmediği konulardadır.” diyor.” (18)
Mezkur ayet ve hadisten şu çıkarımlarda bulunmak mümkündür:
1-Hz. Resul’ün (s.a.v) ashabıyla müşaveresi, ilahi ahkamın tebyini hususunda değildir. Allah ve Resulü, ahkam hususunda şar’idir, bu hususta müşavereden beri’dir.
2-Resulüllahın (s.a.v) müşaveresinden amaç, ümmet için bir yönetim modeli ve örnek bir yönetim ortaya koymaktır. Süfyan b. Üyeyne, “ Resulüllahın (s.a.v) müşavere ile emredilmesi, ümmetin kendisini örnek alması ve müşavereyi nakısa olarak görmemeleri içindir. Allah u Teala'nın, mü’minleri överken “… işlerini kendi aralarında şura ile yaparlar…” dediği gibi… (19) diyor.
3-Resulüllahın (s.a.v) müşaveresinde, karar verme yetkisi kendisine aittir. Nihai ve bağlayıcı kararı şura değil, kendisi verir. Ayetin sonundaki “… karar verdiğinde de Allah’a güven!...” ifadesinden ve mezkur hadisten böyle bir anlam çıkıyor. ‘ karar verdiğinizde’ denmiyor, “… karar verdiğinde…” deniyor. Karar verme fiilindeki zamir ( kişi eki), ikinci tekil şahıstır. Zira hitab, Peygamber’edir, Peygamber ile mü’minlere birlikte değil…
Karar verme yetkisi Resulüllah’a (s.a.v) ait olmayıp şuraya ait olsa, o zaman peygamber, şuranın bağlayıcılığı altına girer ki, bu bağlayıcılık onun Peygamberlik ve ismet sıfatına aykırıdır. Ma’sum olmayanların kararı, ma’sum olanı bağlayamaz. Velev ki, savaş taktikleri konusunda olsa bile… Peygamber, onların görüşlerini uygun gördü ya da ümmete örnek oluşsun diye kabul etmiştir. Yoksa bağlayıcı gördüğü için değil…
Bu konunun iyice açıklığa kavuşması için, şuranın, meşveret, müşavere ve istişareden farkını ortaya koymak gerekiyor…
Rağıb el- İsfahani, ‘ teşavür, müşavere ve meşveretin sahih görüşü çıkarma, elde etme anlamında olduğunu’ söylüyor. (20)
Al-i İmran Suresi’ndeki ayette de “… veşavirhum…” ifadesi yer almaktadır. ‘ Şavir’, müşavere masdarından emirdir.
Ayetullah Ca’fer Sübhani, müşaverenin anlamı ile ilgili olarak “.. elbette meşveretin anlamı, kişinin kendisini tamamen diğerlerinin iradesine bırakması değildir. Maksat, problemlerin çözümünde bir çare arayışıdır. Diğerlerinin görüşünü değerlendirmeye tabii tutup gerekli dikkati gösterdikten sonra kullanmak gerekir.” diyor. (21)
Peygamber’e (s.a.v) emredilen de müşaveredir. Müşavere de başkalarının iradesine teslim olmak ya da onların görüşlerinin bağlayıcılığı altına girmek sözkonusu değildir. İstişare de bu anlamdadır.
Şuranın kök, kelime ve ıstılahi anlamını aktarmış ve şura kavramının ıstılahi anlamdan yönetim bilimine geçerek orada yeni bir anlam kazandığını belirtmiştik…
Şura, belirli esasları ve şartları olan bir yönetim biçimidir, bir sistemdir. Bireysel bir davranış biçimi değildir. Bu anlamı, ıstılahi anlamını içermekle beraber ondan farklıdır. Şura Suresi’nden bu anlamı çıkarmak mümkündür. Şuranın bir sisteme dönüştüğünü tarihi uygulamalar da göstermektedir.
Şura Suresi’ndeki 38. ayet, iman edenlerin vasıflarının sıralandığı 36. ayetten başlayıp 39. ayete kadar devam eden ayetlerin içinde yeralmaktadır. Ve şura kelimesinin geçtiği yerin anlamı, “…onlar kendi işlerini aralarında şura ile yaparlar…” ya da “… onların işi kendi aralarında şura (müşavere etmek) dir” şeklindedir. (22)
Her iki anlamda da, mü’minlerin kendi işlerini şura ile yaptıklarını, şuraya ehemmiyet verdiklerini, kararları ferdi almayıp müşavereye oturduklarını anlıyoruz.
Bu ayet, mü’minlere hitap ediyor ve onların vasıflarını sıralıyor. “…ve emruhum şura…” daki ‘-hum’ zamiri de çoğuldur. İman edenlerin yerine kullanılmıştır. Oysa Al-i İmran Suresi’ndeki ayette, muhatab Hz. Resul (s.a.v) idi. Orada müşavereden ve burada ise şuradan bahsedilmektedir. Çünkü şurada çoğunluğun kararı azınlığı bağlar ama, müşaverede görüşü alınanların görüşleri bağlayıcı değildir. Şura mü’minlere hasstır ve bağlayıcıdır. Müşavere ise, hem Resul’e (s.a.v) hem de mü’minlere aittir.
Müşavere, meşveret ve istişare, birey eksenlidir. Sistem gibi uygulansa bile, nihai söz sahibi bir kişi olduğundan birey eksenlidir. Şura ise, birey eksenli olmak yerine çoğunluk esası üzerindedir.
İstişare ve müşaverede karar verme hakkı bir kişiye aittir. İstişare, karar verme yetkisine sahip birisinin vereceği kararda isabet etmek için diğerlerinin görüşünden yararlanmasıdır. Bu yararlanma işi, ikili, ailevi, kabilevi ve sistem şeklinde olabilir. Bir kişinin görüşüne başvurulduğunda ikili bir istişare olur. Aile reisinin aile efradını çağırıp görüşlerini alması, aile düzeyindeki bir istişaredir. Kabile reisinin kabile efradını veya ileri gelenlerini çağırıp görüşlerini alması da aşiret düzeyinde bir istişaredir. Devlet başkanının, danışmanları ile yaptığı toplantı da böyledir. Her dört örnekte de karar hakkı bir kişiye aittir.
Bugün devlet başkanlarının ve başbakanların siyasi, ekonomik, güvenlik, basın ve sair alanlarla ilgili çok sayıda resmi danışmanları vardır. Alacakları kararlarda danışmanları ile istişare toplantısı yaparlar. Burada müşavere ve istişare, şura gibi bir sistem olarak işlese de, sonuçta karar verme hakkı bir kişiye aittir. Oysa ki şurada, karar hakkı bir kişiye değil, çoğunluğa aittir.
Hz. Resul’ün (s.a.v.) ashabıyla yaptığı istişare ve müşaveredir. Uhud Savaşı’nda yapılan istişarede çoğunluğun görüşüne göre hareket etmesi, oradaki istişare sonucunun veya çoğunluğun Hz. Peygamber’i (s.a.v.) bağladığından değil, çoğunluğun görüşüne göre hareket etmeyi ümmete bir yönetim modeli olsun diye tercih etmesindendir. İsteseydi çoğunluğun görüşünü kabul etmeyebilirdi; bu hakka sahib idi. Ayrıca şahsen çoğunluğun görüşüyle mutabakat içinde de değildi. Ancak konu, İlahi ahkamın açıklanmasına taalluk eden bir mevzu olmadığı için, örnek oluşsun diye çoğunluğun görüşüne muvafakat ederek-şehir dışına çıkılmasında ısrar edenler görüşlerinden vazgeçtikleri halde- Hz. Resul’ün (s.a.v.) aldığı kararda ısrarlı olması, nihai karar hakkının kendisine ait olduğunu göstermektedir.
Aşağıdaki rivayetler de istişare ile şuranın farkını bariz bir şekilde ortaya koyuyor…
Hz. Ali (as) şöyle diyor:”Resulullah (s.a.v.) beni Yemen’e gönderdiğinde bana şu tavsiyede bulunarak “Ey Ali, istihare eden zarar etmez, istişare eden de pişman olmaz” diyordu.”
Diğer bir rivayette, “ Kim akıl sahibleri ile istişare ederse,akılların nuruyla aydınlanmış olur” deniyor.
Bir başka rivayette ise, “İstişare eden isabet ederse övülür, hata ederse ma’zur görülür” deniyor.
Yine Hz. Ali’den (as) şöyle rivayet edilmiştir: “Dedim ki, ya Resulullah, hakkında bir hükmün inmediği ve sünnetin de bulunmadığı bir sorun ile karşılaşırsam ne yapmamı emredersiniz? Buyurdular ki, “O sorunu mü’minlerden olan fakih ve abidler arasında şura yaparsın ve o konuda tek başına hüküm vermezsin.”
Bu rivayetler, ‘Mizanü’l Hikme’ adlı eserde yeralmaktadır. (23)
İlk üç rivayet,istişare ile ilgilidir ve üçüncü de ‘men’ yani ‘her kim’ ifadesi kullanılarak topluluk yerine şahıs öne çıkarılmış ve esas alınmıştır. Dördüncü rivayette ise tek başına hüküm vermekten ve hareket etmekten sakındırmıştır ve şurayı önermiştir.
Bu son rivayetten şura ile tek başına hareket etmenin bir arada olamayacağı ve şurada karar verme hakkının bir kişiye ait olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
Bu konuyu noktalamadan önce Kurtubi’nin Al-i İmran:159. Ayeti ile ilgili Katade, Mukatil ve Rebi’den aktardığı görüşe değinmek istiyorum. Yukarıda aktardığımız görüş şöyleydi “Araplar’ın ileri gelenleri, kendileriyle istişare edilmediği zaman, bu, onların zoruna giderdi. Allh u Teala da Nebisine onlarla müşaverede bulunmasını emretti.”
Kendileriyle istişare edilmediği zaman rahatsız olmak, sadece Araplar’ın ileri gelenlerine hass değildir. Belki bu, insan tabiatıyla ilgili genel bir kaidedir. Her zaman ve her zeminde, bir yapının veya bir mesleğin ileri gelenlerine danışılmadan o alanla ilgili bir kararın alınması halinde, o ileri gelenler rahatsız olabilir. Her insan, kendi alanına giren konuda ya da emeğinin geçtiği hususta bir parça da olsa söz sahibi olmak ister.
İnsan tabiatı ile ilgili bu külli kaideden hareketle devlet ve hareket yöntemlerinde ve de her türlü kurumun kararlar alınırken;
1-Kabul edilmiş anayasa veya tüzük gereği danışılması gerekenlere;
2-İlgili yapı veya kurumun teşekkülünde, varlığının idamesinde ve gelişmesinde emeği geçenlere;
3-Alınacak kararın uzmanlık gerektirdiğinde, o alnın uzmanlarına;
danışılmadan karar alınmamalıdır, mümkün oldukça…
Birinci gruba danışılmaması halinde karar geçersiz sayılır. İkinci ve üçüncü gruba danışılmaz ise, karar geçerli sayılır ama, ilgili yapı ve kurum için önem arzeden insanlar incitilmiş ve görüşlerinden istifade edilmemiş olur. Bu yanlışın devamı, ciddi sorunlara yol açabilir.
**
Dipnotlar:
1-Ayetullah Ca’fer Subhani, Mebaniyé Hükümeté İslami, sy:208
2-Allame Tabatabii, Tercüme-i Tefsiru el-Mizan,c:18, sy:92
3-Dr. Münir Hamid el Bey’ati, el-Nüzumu el-İslamiyye, sy.203
4-Hasan b.Muhsin b.Ali Cabir, e’t-Teriqu ila Camaati el-Müslimin, sy:64
5-Dr. Muhammed Abdulkadir Ebu Fars, e’ş-Şura ve’l Kedaya el-İctihadi el-Cemai, sy:18
6-Muhammed Bakır e’s-Sadr, el-İslam Yekudu el-Hayat
7-Dr. Münir Hamid el-Bey’ati, age, sy:258-259
8-Hasan b.Muhsin b.Ali Cabir, age, sy:92
9-Age, sy:94
10-Dr. Muhammed Abdulkadir Ebu Fars, age, sy:18
11-Ayetullah Ca’fer Subhani, age, sy:214
12-Ebu’l A’la el-Mevdudi, Nazariyetu el-İslam ve Hedyuhu, sy:279-280
13-Age, sy:281
14-Age, sy:282
15-Age, sy:283
16-Age,sy:284
17-Allame e’ş-Şeyh Muhammed Mehdi el-Asıfi, Velayetu el-emr, sy:151-152
18-Kurtubi, el-Camiu el-Ahkamu el-kur’an, c:4, sy:250
19-Allame e’ş-şeyh Muhammed Mehdi el-Asıfi, age, sy:152
20-Allame Tabatabii, age, sy:92
21-Ayetullah Ca’fer Sübhani, Remze Piruziye Merdane Bozorg, sy:76
22-Allame Tabatabii, age, sy:93
23-Reyşehri, Mizanu el-Hikmeti, c:5, sy:210-211
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8