FARKLI BİR SİYASAL AKLIN İNŞASININ İMKÂNI OLARAK ŞÛRA VE ŞÛRANIN DEMOKRASİ TECRÜBESİ BAĞLAMINDA YENİDEN DÜŞÜNÜLMESİ
Tarih boyunca ilahi olarak gönderilen bütün dinler ile insanlığın ortaya koyduğu bütün düşünce ve ideolojiler, temel amaç olarak insanlığın mutluluğunu ve huzurlu bir yaşamı gaye edinmişlerdir. Bundan ötürü siyasi, sosyal ve iktisadi sistemler ortaya koymuşlardır. Demokrasi batı menşeli bir kavram iken istişare ve şura, tevhit eksenli dinlerin insan gündemine soktukları kavramlardır. Bu kavramların ortak olan yönleri, diktatörlüğe giden yolları kapatmaktır, insanlığı tek aklın tahakkümünden koruyarak toplumsal aklı devreye koyup insanlığı bir sinerji ile idare etmektir.
Bireyin nasıl bir hayat tahayyül ettiği, nasıl bir yaşam sürmek istediği, bir yönüyle içinde bulunduğu toplumdan, diğer bir yönüyle de içinde kendisini bulduğu varlık dünyasından ve insanlık ailesinin bir ferdi olmaktan bağımsız olarak düşünülemez. Bu durum, nasıl bir hayat kurgulanabilir sorusunun etikle ilişkilendirilerek düşünülmesi gerektiğini gösterir. Bu anlamda birlikte bir yaşamın hangi değerlere ve ne tür amaçlara göre yapılandırılması gerektiği, inşa edilecek siyasal aklın belirlenmesinde önemli hale gelmektedir. Batıda ortaya çıkan demokrasinin bu tür sorulara belli cevaplar çerçevesinde oluştuğunun farkında olduğumuzda demokrasi ve bunun etrafında şekillenen kavramların etik sorunlara ve sorulara verilen belli cevaplar olduğunu da görürüz.
Batıda demokrasinin ortaya çıktığı dönemde, daha önceki döneme nazaran bir zihniyet değişikliğinin gerçekleştiğini fark etmek mümkündür. Bu zihniyet değişikliğinin temelinde toplumsal iradeyi teslim etmiş oldukları kurumların onlara arzuladıkları yaşamı sunamayacağı düşüncesi yatmaktadır. Daha önceki dönemde bireyin kendi başına temas edemeyeceği bir gerçekliğin olduğu ve bu nedenle de gerçeğin ve iyinin ancak aracı kurum ve bireylerle olabileceği fikri siyasal otoritenin insan iradesine tabi olmadığı fikrini beslerken, yeni dönemde bunu olumlamayan bir yaklaşım ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşım, gerçekliğin insan zihninden ya da insanın öznelliğinden bağımsız olmadığı fikri savunularak siyasal aklı kurmanın ve uygulamanın da tek meşru kaynağının bireyler olduğu fikrini ortaya koymuştur. Bireylerin siyasal yapının kuruluşunda tek meşru merci olması herhangi bir kutsalın bu noktada fonksiyon kazanmasına imkan bırakmamıştır. Bu da beraberinde birlikteliğin var edeceği siyasi akla ait telosun dünyevileşmesine ve dünya üzerinde bireylerin daha özgür ve müreffeh bir toplum kurma amacında olmalarına yol açmıştır. Dünyevi beklentilerin ve hedeflerin merkeze yerleşmesi, beraberinde buna uygun yani ortak hedeflerin kendisiyle gerçekleşebileceği bir sistemin gereğini ortaya çıkarmıştır ki, devlet ve siyasi aklın buna göre yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Bu tanımlama hem bireyin kendi başına otonomluğu hem de ortak bir telosa sahip olduğu toplumun ne şekilde sisteme dönüşeceği meselesini siyaset felsefesinin en önemli konusu haline getirmiştir.
Gerçeğin bireyin tanımlamasına tabii olduğu fikri, kurulacak sistemde bireyin karar süreçlerinde merkezi rol olmasına kaynaklık etmiştir. Fakat toplumun salt tek bir bireye indirgenemeyeceği ve bu nedenle başka bireylerle birlikte siyasal aklın kurulma zorunluluğu demokrasilerde seçim olgusunun zemininde yatar. Fakat gerçeği tanımlamanın tek meşru zeminin birey olduğu bir noktada, toplumsal olanın nasıl mümkün olacağı ya da bu bireyin diğer bireylerle bir sistem içerisinde nasıl bir birliktelik kuracağı problemi Batı açısından çözülmesi zor felsefi sorunlar yaratmıştır. Belli oranda bireyin otonomluğu yok edilmeden toplumsal olan mümkün hale gelebilse de söz konusu diğer toplumlar olunca yani insanlık ailesi olunca bireyin otonomluğuna dayalı bir anlayışın bu noktada ortak değer üretebilmesi imkansız hale gelebilmektedir. Birey, toplum ve insanlık üçlüsünden herhangi birinin, diğerinin hak alanını ihlal etmeden belli değerler çerçevesinde tanımlanabilmesi, gerçeğin salt bireye tabi olduğu yaklaşımından dolayı çözümsüz kalmıştır. Çünkü demokrasilerde bireyin otonomluğunu yitirmeden toplumsal alana katılması belli oranda seçime veya bir meclisin varlığına dayalı sistemler tarafından mümkün hale gelebiliyor iken, bireyin insanlık ailesinin bir ferdi olması hasebiyle sistemin dışındaki insanlarla etkileşimi ve ilişkileri zorunlu olması ve bu ilişkinin ne tür değerler ya da sistem aracılığıyla gerçekleşeceği büyük bir problem olabilmektedir.
İslam dünyasının meseleye yaklaşımına gelince Batıdaki gibi bireyin öncelendiği bir yapıdan bahsetmek mümkün değildir. Aksine daha toplumsal olan ya da birlikteliğe ait olanın yüceltildiği bu anlamda da devlet ve birey arasındaki ilişkinin sağlıklı bir zemine sahip olmadığı görülebilmektedir. İslam dünyası açısından toplumsal olanın zemini ya dini değerlerin inşasına imkan kılmasına ya da birlikte olmanın yüceliğine yönelik psikolojik yaklaşımlarla temellenmektedir. Bireyin, dini nedenlerle ya da toplumsal alışkanlıklardan veya herhangi bir meşru zemine dayanmayan güç ve iktidar ilişkilerinden dolayı ötelenmesi şûra ya da meclis anlayışının İslam dünyasında siyasal aklın inşasında devre dışı görülmesine kaynaklık etmiştir. Bu, daha çok siyasi olanın inşa edilmesinde fiili olanın herhangi bir şekilde tanımlanma ihtiyacı duyulmamasından da kaynaklanmaktadır. Ayrıca gerçekliğe, bilgiye ve sisteme kaynaklık edecek olanın İslam dünyasında tanımlanmaması, beraberinde birlikteliğin hangi temelde kurulacağı sorununu çözümsüz bırakmıştır. Bu da siyasal yapıların bireyler üstünde etkisini ya psikolojik araçlar kullanarak ya da iktidar olmanın getirdiği imkanlarla çarpık bir menfaat dağılımında bulunarak üretmesine sebep olmuştur. Bu anlamda İslam dünyası ne tür değerlerle ve bunun sonucu olarak nasıl bir sistemle bir araya gelineceği noktasında hem ontolojik anlamda hem de etik anlamda büyük problemlerle yüz yüze kalmıştır.
Şurânın İslam dünyasında bireyi toplumsal alanda iradesini ve var olmasını mümkün hale getirecek bir sistemin işaretlerini vermektedir. Sistemin, ailesinden ya soyundan dolayı yüceltilmiş bir bireye ya da belli bir topluluğa hasredilmemesi noktasında şûranın alacağı fonksiyon hiç kuşkusuz önemli olmaktadır. Fakat gerek bir fıkıh çerçevesinde bir yaşamın tahayyül edilmesi ya da hakikatin sadece belli bireyler aracılığıyla elde edilebileceği fikrinin belli oranda İslam dünyasına hakim olması, kurulabilecek olan yapıda siyasi aklın tekelleşmesi ihtimalini yaratmaktadır. Belli bir fıkıh çerçevesinde siyası aklın şekillenmesi belli nitelikte insanların siyasi olanda karar yetkisine sahip olmasına imkan tanıyacağı için siyasal olanın tekelleşme riski mevcuttur. Ya da islam dünyasında dünyevi olanın ötelenmesinin bir sonucu olan asıl gerçeğin, sıra dışı klişiler tarafından ancak tecrübe edileceği fikri aynı riski mümkün hale getirmektedir.
Oysa fıkha uygun bir yaşamın meşruluğunu bireyin tercihiyle bulabileceği düşünüldüğünde asıl itibariyle fıkhi olanın siyasi olana önceliği olmadığı anlaşılabilir. İslam düşüncesinin mevcut dünyada kutsal olanı her şeyde eritmiş olması yani kutsal olanın aslında bir şekli olmadığı ya da dünyada olanın kutsal olamayacağı fikrini, kutsal olanın adalet temelli bir yaşamla mümkün olduğu yaklaşımına dönüştürmüş olması bu zikredilen sıkıntıları yok etmektedir. Aslında kutsal olanın tam da bu dünyaya ait olmadığı fakat insanlar beraber kutsal olanı adalet aracılığıyla bu dünyada mümkün kılabileceği fikri bireyin üstünde toplumsal olanı bir baskı aracı haline getirmesini engellediği gibi bireyin kendini kutsal olanla özdeşleştirmesini de engellemektedir. Ancak bu şekilde şûra, bireye ait olanla toplumsal olanın doğru bir zeminde kesişmesine imkan sağlayabilir. Bütün bu sorunlara rağmen istişara ve şuranın özgürleştirici bir yöne kanalize edilmesi mümkün olabilir.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8