Muhit Zindanı ile Kader Kapısı Arasında Hemrâh Olduğum Molla Mansur’u Anarken...
Yepyeni bir ufka açıldı, yeni dünyalarla ve yeni ilmi imkânlarla buluşma fırsatı yakaladı. Burada da yazmaya, araştırmaya devam etti... Özellikle hareket fıkhı ve İslami hareketin yüzleştiği esaslı sorunları işlemek istiyordu.
Rihletinin 21. Yıldönümü vesilesiyle merhum Molla Mensur’u yâd ediyor, kendilerine Allah’tan rahmet ve mağfiret niyaz ediyor, efkârının sadaka-i cariye olarak devamını diliyorum.
Tarih ilmiyle ilgili, ‘olayları kendi koşulları içinde değerlendirmek gerekir’ şeklinde doğru bir yaklaşım vardır. Bu yaklaşım, tarihi şahsiyetlerin değerlendirilmesinde de geçerlidir.
Tarihi bir olayın veya tarihi bir şahsiyetin kendi koşulları içinde değerlendirilmemesi, hata payları içerebilir ve sonraki nesillere doğru aktarımda başarılı olmayabilir.
Yaşamının bir kısmını kendisiyle yakından paylaşmış, kendisini ihata eden koşulları bir dönem beraber müşahede etmiş biri olarak, Molla Mansur’u kendi şartları içinde değerlendirmeye çalışacağım. Çünkü bizim Molla Mansur’a atfettiğimiz önem, onun taşıdığı evsafla onu kuşatan muhitin mukayesesinden kaynaklanmaktadır.
Molla Mansur, Cumhuriyetin bidayetinde 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat yasasıyla dini eğitim müesseseleri yasaklandığı için sadece köylerdeki camilerin yanında tek hücreli yerlerde Kur’an kursu/dersi adı altında verilebilen ibtidai mekânlarda medrese eğitimine başladı.
Adı geçen yasayla büyük ilim merkezleri kapatılmış, dinde derinleşme imkânları neredeyse sıfırlanmış, âlim insanların yetişme olanakları ortadan kaldırılmış, dini otorite ve müçtehidlerin yetişme imkanı yok edilmiş, ülke, dini ilimler açısından kurak ve çorak bir hale sokulmuştu.
Din-devlet ve din-toplum ilişkileri açısından fecaat sayılabilecek bir sürecin başlamasından, yani ilmi kuraklığın kesintisiz devam ettiği yaklaşık otuz yıl sonra medrese eğitimine başlamıştı.
Eğitim veren hocalar da artık aynı çorak ortamın yoklukları ve mahdudiyetleri içinde bir yerlere gelebilmiş insanlardan oluşuyordu. Ders veren hoca sayısı bir tane. Genelde bu hocaların da yetiştikleri tek alan, Arap dili ve edebiyatıydı. Yaklaşık on yıl sadece gramer ve edebiyat okuyorlardı. Gramer bittikten sonra mantık, felsefe, fıkıh ve usul ilimlerinde giriş sayılabilecek düzeyde muhtasar ve çok kısa süreli bir eğitim aldıktan sonra mezun oluyorlardı. Bu tarz ve metod hala da devam etmektedir. Ders veren müderris de fazlasını almamıştı ki, verebilsin; ancak kendi kendini yetiştirebilmişse bir istisna teşkil edebilirdi.
Buralarda okuyan talebeler için farklı ilim dallarında yetişmiş üstadlardan ders alma, kütüphanelerden yararlanma, ilmi konferanslara katılma gibi imkânlar hayalin bile ötesindeydi. Yiyecek yemek, giyecek elbise bulamıyorlardı. Yemeklerini de yine fakir köylüler kıt kanaat sağlıyordu. Üstüne bir de jandarmanın baskın korkusunu yaşıyorlardı.
1985-1989 yılları arasında bu medreselerin bazılarında okudum ve bazılarını gezdim, gördüm. Ondan önceki dönemlere oranla nispî iyileşmeler olmasına rağmen yaşadıkları koşulları ve sahip oldukları imkânları içinden gördüm. Medrese denebilecekse, bu medreselerde okuyan talebelerin hem yazma kabiliyetleri geliştirilmemişti hem de Türkçe yazma imkânları. Olsaydı, yaşadıkları hayata dair nice cezbedici öykü ve romanlar kaleme alınabilirdi bizzat talebeler tarafından.
Molla Mansur da bu koşullarda okudu ama olabilecek maksimum faydayı edinmeye çalıştı. Çünkü kavrayışı olan istidatlı biriydi, hem de ilme âşık idi. Medrese tahsilinden sonra bir yandan geçimi için tarımla uğraştı öte yandan edindiği dil imkânıyla kendini araştırmaya, okumaya verdi. İyi bir okuyucu, iyi bir analist ve iyi bir kitap takipçisiydi.
Diyarbakır’da Vakıflar İş Hanı’nda İslami Kitabevi diye bir yer vardı. Babası da molla ve kitapçı olan sahibi, Lübnan’dan ve diğer ülkelerden temel kaynakları getiriyordu. Molla Mansur, oranın müdavimlerinden ve sipariş verenlerindendi. Oldukça zengin olan kütüphanesinin temel kaynaklarını o şekilde temin etmişti ve genellikle Beyrut baskılıydılar.
Kütüphanesini yakından incelemiştim. Hem Ehl-i Sünnet’in fıkhi ve kelami mezheplerinin hem de Şia’nın fıkhi ve kelami mezheplerinin kaynaklarına sahipti. Şafii mezhebinden olup İmam Şafii’ye duyduğu özel ilginin yanında tüm mezhepleri incelemeye ve mezhepler üstü İslami bir bakış açısı geliştirmeye dikkatle özen gösteriyordu. Kütüphanesindeki genişlik, söylemlerine ve daha sonra yazılarına da yansıyordu.
Molla Mansur’un muhitini de büyük ölçüde bölgedeki medreselerde okumuş mollalar oluşturuyordu; her ne kadar kendisi bu dar çevreyi zaman zaman aşarak MTTB, MNP, MSP ve benzeri siyasi parti ve teşekküllerle bazı ilişkiler geliştirse de, sonuçta taşradaydı, evi de köydeydi. Etrafındaki mollaların ilmi bakımdan ona katacakları bir birikimleri yoktu. İlmi, kültürel ve siyasi bakımlardan mahdudiyetlerle örülü bir muhitin içerisindeydi.
Bu muhitte yazma geleneği de yoktu. Ne kadar donanımlı olurlarsa olsunlar, birikimlerini yazıya aktarma geleneği olmadığı için Molla Mansur da bu geleneğin tesiri altındaydı. Buna, bir de bizdeki içtihad kapısının kapalılığını ekleyince, bu gelenek daha bir pekişmiş oluyordu.
1980’li yılların sonlarına doğru bölgedeki İslami hareketlerle ilişkilerini geliştirmesi, muhitinin de nisbeten değişmesini beraberinde getirdi. O tarihlerden itibaren çevresini geleneğe bağlı mollalardan çok siyasi ve kültürel dinamizme sahip müslümanlar almaya başladı. Bu değişim, ona bölge dışındaki İslami yapılarla da tanışma ve görüşme olanağı sundu. Aynı zamanda da eski çevresinde olmayan yepyeni sorunlar ile de yüzleşmesine yol açtı.
Molla Mansur, akranının aksine yeni muhite hızla adapte oldu ve yeni muhitin sorunlarına İslami değerler manzumesi temelinde çözüm üretme yoluna gitti. Oysaki, geleneğe bağlı mollalar, çevre değiştirmeye sıcak bakmıyor ve hasbelkader kurdukları ilişkileri de yürütemiyorlardı. Molla Mansur’un fikri üretimleri bir süre yine şifahi ve dar çerçevedeydi. Ancak ilişkilerinin gelişmesi, onu, düşüncelerini kamuoyuyla yazılı olarak paylaşmaya yönlerdirdi. İlk yazısını hatırladığım kadarıyla 1992 yılında Tevhid dergisinde yazdı. Sonra 1993 yılından itibaren diğer makalelerini Hira dergisine vermeye başladı.
Molla Mansur, ilmi birikimini yazmaya başlamasıyla kendini doksanlı yılların bölgedeki anaforu içinde bulması aynı zamana denk geldi. Makalelerini çok zor koşullarda yazdığını biliyorum; zira aynı şartları idrak ediyorduk.
1994 yılının sonunda hicret etmek zorunda kaldı. Bu hicret, onu dünya başkentlerinden birine taşıdı. Yepyeni bir ufka açıldı, yeni dünyalarla ve yeni ilmi imkânlarla buluşma fırsatı yakaladı. Burada da yazmaya, araştırmaya devam etti ve daha esaslı konuları kitap ve makale olarak ele almayı planladı. Özellikle hareket fıkhı ve İslami hareketin yüzleştiği esaslı sorunları işlemek istiyordu. Bir yıllık hicret hayatının bir kısmında birlikteydik. Yapmayı planladığı çalışmalar, müslümanların sorunlarına İslami temelde çözüm sunmaya matuftu. Ne var ki, kaderin tecelli tarzı ve hikmet-i ilahi, ona yolculuğun bittiğini söyledi. Böylece ne sahip olduğu birikimi yansıtabildi ne de yeni imkânları değerlendirerek daha derinlikli açılımlara yönelme imkânını bulabildi.
Bunları anlatmamın nedeni, Molla Mansur’u sadece yayınlanan makalelerinden tedvin edilmiş bir eseriyle tanıyanlara, onun bir eser değil, müslümanların ve İslami hareketlerin yüzleştiği sorunlara dair ilmi, akademik ve sahada yazılmış onlarca eser bırakabilen biri olduğunu izaha çalışmamdır.
Ali Şeriati, İnsanın Dört Zindanı adlı eserinde, zindanlardan birini insanın muhiti olarak tanımlıyor. Molla Mansur’un istidadının açığa çıkmasını engelleyen temel unsur muhit idi. Eğer o, yasaklarla ve mahdudiyetlerle dini eğitim kurumları metrukelere dönüştürülmüş, ilim erbabı açısından kurak ve çorak hale sokulmuş Mezopotamyanın köyleri yerine Kahire’deki Ezher’de, Medine’de, Necef’te ve Kumda on-on beş yıl eğitim görseydi; fıkıh, usul, tefsir, hadis, rical, felsefe, irfan alanlarında büyük üstadlardan dersler alsaydı, ilmi meclislerde bulunsaydı, uluslar arası ilmi toplantılara katılsaydı büyük bir müçtehid ve büyük bir fikir adamı olur, çok sayıda eseri elden ele dolaşırdı. Bu kabiliyete, istidada, ilim aşkına, müslümanların sorunlarına olan ilgisine aynalyakin vakıfız. Muhit zindanı buna izin vermedi. Ama o, yine de o mahdudiyetler içerisinde akranına büyük bir fark atarak kendini yetiştirdi ama yine muhit ve gelenek, onu dar bir çevrede bıraktı ve yazmasını engelledi. Eğer medreseyi bitirdiğen itibaren son yıllardaki gibi bir ilişki ağına sahip olabilseydi yine son on yılda en az beş eser verebilirdi. O, zindanı yarıp çıktıktan sonra karşılaştığı zorlukların onu fikir ve ilim üretmekten alıkoyamayacağı kantılandı; ama bu defa da kader izin vermedi. Bundan ötürü hayıflanıyor ve bundan dolayı Molla Mansur’u, geç keşfedilen; ama şükufa edemeyen bir değer olarak anmayı ve tanıtmayı bir görev biliyoruz.
Kitapları asırlardır okunan büyük âlimlerin biyografilerini incelediğimiz zaman, tümünün, zamanlarında zirve yapan Medine ekolü, Mısır ekolü, Irak ekolü, Semerkand Ekolü, Nizam’ül Mülk Ekolü ve Endülüs Ekolü gibi büyük eğitim kurumlarında, merkezlerinde ve ekollerinde yetiştiklerini görüyoruz. Eğer o âlimler bu merkezlere ulaşamasaydı, hiç bir zaman isdidatları açığa çıkamayacaktı. Biyografilerini incelediğimizde bu iz bırakmış âlimlerin, hepsinde hangi büyük müçtehidlerden, meşayihten ders aldıklarını görüyoruz. Bizim ibtidai medreselere gidenler, bu imkânların yanından bile geçemedikleri için istidatları olsa bile şükufa edemez. Molla Mansur, bu ibtidai ve kurak ortamda kendini donatmasını sağlayabildi. Daha hayatının ortasında muhitini de değiştirerek verim vermeye başladı ama bu kez de ömür mahdudiyetiyle karşılaştı.
Molla Mansur’un kaderine benzer kaderi paylaşanların da sayısı az değildir. Sadece bir örnek vermek istersem, yakın tarihten Mustafa Humeyni’yi misal gösterebilirim. Herkes onun büyük bir istidada sahip olduğu konusunda ortak görüşe sahiptir. Yeteneklerinin açığa çıkacağı imkânlara da sahipti. Ama sadece Hamd suresini tefsir edebildi ve genç yaşta şehit edildi. Kaderin tecelli tarzı, ona da izin vermedi.
Mezheplerle ilgili Duyarlılığı
Molla Mansur, mezhepler ve cemaatler arası ilişkilerde birleştirici, yakınlaştırıcı, çatışmadan uzaklaştırıcı bir görüşe sahipti ve bu yaklaşımını ilmi temellere dayandırıyordu. Kitabında da bu iki konuyla ilgili zaman aşımına uğramayacak makaleleri vardır.
Henüz yazmaya başlamadığı yıllardı. Bölgede Arabistan menşeli ciddi bir Şia aleyhtarlığı yapılıyor ve kitaplar dağıtılıyordu. Örneğin Cae Devr’ü el-Mecusi/Mecusilerin Dönemi Geldi ve Bütlan’ü Akaid-i Şia/Şia’nın İtikadının Batıllığı adlarındaki eserleri hatırlıyorum. Molla Mansur bu kitapları da okumuştu ve ilmi olarak buna itiraz ediyordu. O dönem bir risale yazdı ve bu risaleyi basmadı ve sonra da sanırım kayboldu. Kendisinden farklı düşünen mollalarla çok rahat ve insani ilişkiler kurabildiği için onlarla da sık sık görüşüyor ve bu tür kitapları dağıtan mollalara yaptıklarının yanlış olduğunu göstermek için o risaleyi yazmıştı. Yine onlara metodlarındaki yanlışlığı gösterebilmek için risalesinin adını ‘Bütlan’u Akaid-i Ehl-i Sünnet’ koymuştu. Molla Mansur Sünni ve Şafii idi ama bir şeyi izah etmeye çalışıyordu risalesiyle ve seçtiği isimle. Zaten risalenin ismi, nazire olduğunu gösteriyordu ama nazire olsun diye yazmamıştı. Akranına, izledikleri yöntemin yanlışlığını ve onların tercih ettiği yöntemi karşı tarafın da kullanabileceğini göstermek içindi. Risalesinde Ehl-i Sünnet’in itikadi kitaplarındaki zayıf, yanlış ve şaz görüşleri toplamıştı ve akranına diyordu ki, bütün mezheplerin zaaf ve yanlışlıkları vardır. Onlar da bizim kelami kitaplarımızdaki bu zaaf ve yanlşılıkları toplayarak bizim itikadımızın batıllığını savunabilirler. Oysaki, bu zaaf ve yanlışlıklar hepimizde vardır. Doğrularımızı bırakıp yanlışlar ve zaaflar üzerinden birbirimzi vurmaya kalkarsak, bu işin sonu hayır olmaz diyordu. Sonraları aynı uyarılarını Şia tarafındaki benzer yolda olanlara da yapıyordu. Nitekim, Molla Mansur’un karşı çıktığı ve düzeltmeye çalıştığı o yanlışları karşılıklı olarak sürdürenlerin vardıkları menzilin bugün acı sonuçlarını hepimiz iliklerimize kadar hissediyoruz. Ama o, o zaman bu tehlikeyi fark etmişti ve onunla ilmi bir şekilde mücadele ediyordu.
Evsafına Dair Muhtasar Notlar
Molla Mansur, şahsiyet itibariyle hem okuyan hem de dinamik biriydi. Genelde okumayı seven insanlar aktif olmazlar ama o, bu iki özelliği bir arada götürebiliyordu. Her zaman yanında kitap vardı. Onun yanında kitap olmadan bir yere gittiğini nadiren hatırlıyorum. Geleneksel çevredeyken de faaldı, islami hareketlerin ve cemaatlerin sorunlarına eğildiği zaman da cevvaldı. Sahada olmaktan çekinmeyen, üşenmeyen biriydi. Sahip olduğu ilmiyle sahada yüzleştiği sorunlara çözüm öretmeye çalışıyordu. Bu yönü, önemli bir farkını oluşturuyordu. Masa başında oturan, oturduğu yerden olayları analiz eden biri olmak yerine bizzat sahaya inerek, olayları, olguları, insanları yerinde görerek, onlarla yüzleşerek onları ilmi temelde analiz etmeye çalışıyor, çözüm bulmaya gayret ediyordu. Bunun riskinin de farkındaydı ve zaten bu yüzden hicret etmek zorunda kaldı.
Bunları yaparken de hilmini koruyordu. İnsanlarla ilgilenmek, en zor işlerden biridir. Çünkü her insan bir farktır ve bu fark bir âlem mesabesindedir. Mutahammil olmayanlar, insanları taşıyamayanlar, bu yükü taşıyamaz. Tesahül ve tesamüh sahibi olmayanlar, insani ilişkilerde merkezi bir konuma gelemezler. Çok nadir insanlar bu zorluğu taşıyabilir. Kaç yıl birlikteliğimiz oldu. Zorlu meselelerin tartışıldığı ortamları tecrübe ettik. Hakeza kendisiyle çok farklı düşünen insanlarla da çok teşriki mesaisi olurdu. Ben şahsen hiç bir zaman onun bu zorlu anlarda, tezarüb-ü aranın gerginlik içinde zirve yaptığı zamanlarda sesini yükselttiğine, kızarak konuştuğuna, tahkir ve tazyife yöneldiğine şahit olmadım. Her zaman sakin ve munis konuşurdu. Konunun eğer bir ilmi yanı varsa, o zaman konuya ilmi açıdan derinlikli yaklaşır ve herkes onu dinlerdi, istifade ederdi. Bu yüzden düşünsel olarak kendisinin zıddı olan çok sayıda molla ile çok iyi insani ilişkileri vardı ve düşüncelerini çok rahat onlarla paylaşabiliyor ve tartışabiliyordu.
Gerilen ortamları bazen de anlamlı fıkralarla yumuşatır ve meclisin konuşmaya ısınmasını sağlardı.
Bir defasında Mardin bölgesinde bir mollanın ziyaretinde birlikteydik. Büyük bir köy odası tıka basa doluydu. Anlam veremediğim gerginlik içeren bir suskunluk bastı oturumu. Kimseden ses çıkmıyordu. Sanki biri konuşmaya başlasa, tatsız bir şey olacakmış gibi. Durumu fark eden Molla Mansur, atmosferle ilgili ama onu dağıtmaya yarayacak bir kaç fıkra ve espiriyle konuşmaya başladı. Çünkü fıkra repertuarı da oldukça zengindi. Kısa sürede gergin yüzler gülümsemeye ve konuşulması gereken konular açılmaya başlandı.
Molla Mansur, metanetli bir insandı. Çünkü zor zamanlarda tanık oldum metanetine. Metinlik ve metanet vasfı, musibetler zamanında açığa çıkan bir vasıftır. Bu vasfını hem toplumsal hem de bireysel meşakketler zamanında gözlemleyebildim.
Metanetine olan son tanıklığım hastalığının teşhisiyle ve sonrasında oldu. Beyin kanseri teşhisi konduğu sırada birlikteydik. Doktora sorduğumuz birkaç sorudan sonra birlikte çıktık muayenehaneden. Hiç beklemediğimiz bir şeydi. Onca acı ve musibetten sonra hicret diyarında böyle bir haberi zamansız almak, kolay bir şey değildi. Yakındaki bir parka kadar birlikte yürüdük. Zihnimde yüzlerce soru ve sorun cevapsız olarak istifleniyordu. Kendisine de bir şey sormaya güç yetiremedim. Parkta oturunca konuşmaya başladık. Gayet sakindi. Hastalığın teşhisiyle ameliyatı arasında iki ay kadar zaman geçti. O zaman diliminde de teşhisten mütevellid psikolojik bir olumsuz etkiyi hiç görmedim kendilerinde. O dönemde de okumaya, araştırmaya, sorumluluklarını yerine getirmeye çalışıyordu. İç âleminde nelerin cereyan ettiğini bilemiyorum. İnsanın deruni âlemi insan ile Allah arasındadır. Dışarıya bir şey yansıtmadı. Teşhisten öncesi nasıldıysa, sonrası da öyleydi. Oysaki çoğu insan, böyle bir teşhisten sonra ruhen çöküyor.
Biz insanoğlu, her ne kadar ahiret âlemine nisbetle gurbette yaşıyor olsak da, vatanından ayrı olanlar, hicret/gurbet diyarında bulunanlar için ciddi hastalıklar ve ölümün yarattığı burukluk diğer insanlarınkinden çok farklıdır ve bu, insani bir durumdur. Gurbette bu musibetlere mukavemet edebilmek, bu burukluğu dışarı yansıtmamak çok güçlü bir metaneti gerektirir. Üstüne geride bir eş ve sekiz tane bekâr evlad bırakma durumundaysanız, hiç kolay değil. Bunun da üstüne çok sayıda size umut bağlayan can dostlarınız da varsa, metanetli olmak herkesin işi değil. Bu şartlarda iç âlemi dışarıya aksettirmemek, büyük insanların özelliklerindendir.
Çok sayıda uzman doktorla görüşüp hepsinin de ortak görüşü ameliyet olunca, ameliyata karar verildi. Riskli bir ameliyattı. Bu riske doğru gittiğimiz günün içinde de aynı doğallığı, tevekkülü gördüm kendisinde. Boy abdesti alarak ameliyat odasına gitti. Sanırım kendi derununda dönmeyeceğine dair bir hissi vardı. Ve nitekim ameliyattan sonra konuşamadı ve bir süre sonra 15 Ocak 1996 tarihinde dar-ı faniye veda edip rahmet-i ilahiye nail oldu.
Molla Mansur’u, muhitini değiştirdikten sonra tanıdım. Zor zamanlarda tanıştık, hemrah olduk. Uzun bir yolda birlikte yürüyeceğimizi düşünürken meğer kader dört yolunun yakınındaymışız. Refaketimiz, iki kapılı bir hanın çıkış kapısının eşiğinde gerçekleşti. Vatanda tanıştık, gurbette ayrıldık. Zor zamanda tanıştık, dar zamanda yürüdük, hicret diyarında vedalaştık. O sefer eyledi ‘âlem-i pak’a, ben döndüm ‘âlem-i khak’a.
Mekânı, cennet; makamı, sıdk; eseri, sadaka-i cariye olsun.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 8