• BIST 9031.82
  • Altın 2940.718
  • Dolar 34.4659
  • Euro 36.3751
  • İstanbul 19 °C
  • Ankara 7 °C
  • Van 8 °C

Allâme Cevdet Said ile Kur’an’ın sorun çözme yöntemi üzerine...

Allâme Cevdet Said ile Kur’an’ın sorun çözme yöntemi üzerine...
Allâme Cevdet Said ile Kur’an’ın sorun çözme yöntemi üzerine...

ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ I. SAYISININ CEVDET SAİD SÖYLEŞİSİ


Allâme Cevdet Said ile Kur’an’ın sorun çözme yöntemi üzerine...

Röportaj: Doç.Dr. Fethi Güngör - İsmail Hasanoğlu / Öze Dönüş Dergisi


13 Aralık 2014 tarihinde Özedönüş Platformu’nun “İslam ve Şiddet” konulu paneline konuşmacı olarak Diyarbakır’a davet edilmiş olan Suriyeli büyük mütefekkir Cevdet Said ile İsmail Hasanoğlu kardeşimiz Doç.Dr. Fethi Güngör hocayla birlikte, yayın hayatına yeni başlayan Özedönüş Dergimiz adına bir sohbet gerçekleştirdi. Şiddetin asla bir sorun çözme yöntemi olarak kullanılmaması gerektiğini yarım asrı aşkın bir süredir yılmadan savunan üstad, adalet ve ihsan ile muamele etmenin Kur’an’ın insanlara önerdiği en etkili yönetişim ve iletişim modeli olduğunun altını çiziyor.

 

- Muhterem üstadımız, panelde de anlattınız, ama yeni çıkacak dergimizin okuyucuları için Kur’an’ın cihadı nasıl tanımladığını açıklayabilir misiniz?

- Rahman, Rahim Allah’ın adıyla başlarım. O’nun Rasulü’ne salavat, insanlar arasında adaletle ve ihsan ile muamele edenlere selam olsun.Furkan Suresi’nin son kısmında Rahman’ın kulları anlatılır. Bu surede ‘büyük cihad’ın silahla değil, Kur’an’ın yüce mana ve hakikatlerini insanlara anlatmak ile olduğu anlatılır. Allah, “Hak geldi, bâtıl zail oldu” buyuruyor, yoksa “bâtılı öldürün”buyurmuyor. Işık doğarsa, karanlık kendiliğinden yok olur zaten.

Peygamberimizden rivayet edilen bir hadiste, şiddetin bereketsiz olduğu ifade etmiştir. Şiddet aslabir sorun çözme yöntemi olamaz. Savaş ölmüştür, onu suçlular ve kötü niyetliler dışında kimse sorun çözme yöntemi olarak kullanmıyor artık dünyada.

Müslümanlar olarak ilim ve kitap ile bu perişan halimizden kurtulup ilerleyeceğiz. Bombalarla, silahlarla ilerlememiz asla mümkün değildir. İlmin, yani gerçeğin peşinden gitmeliyiz, sürekli hakikati aramalıyız.

 

- Yakın tarihimizde yerküre büyük dünya savaşlarına sahne oldu. Köklü değişimlere yol açan bu savaşlar sizce sorun çözmede başarılı olabildi mi?

- Bildiğiniz gibi Japonya işgal edilmişti, üzerlerine iki adet atom bombası atılmıştı, Japonlar teslim olmuşlardı. Cezayir de işgal edilmişti, Cezayirliler teslim olmak yerine savaşarak direnmeyi tercih etti. Bu direniş sürecinde iki milyon Cezayirli öldü. Bu kadar ağır bir bedel ödemesine rağmen Cezayir hala kendi hür iradesiyle yönetim erkini halkın tercih ettiği insanlara veremiyor, Fransa’nın etkisinde olan asker sınıfı belirleyici oluyor, ulemanın ve halkın iradesi belirleyici olamıyor.

Japonlar Müslüman da değiller, Yahudi de, Hıristiyan da...Ama, Âdem’in çocukları, akıllarını kullanarak dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri oldular.

 

Peki, ülkelerin silaha hiç mi ihtiyacı yok? Güvenliklerini sağlamak, en azından caydırıcı güç olarak kullanmak için silah edinmeleri gerekmiyor mu?

- SSCB çöktüğünde dünyayı tam 30 kez yok edecek kadar çok atom bombasına sahipti. Dışarıdan herhangi bir düşman gelip yıkmadı Sovyet rejimini, bilakis kendiliğinden çöküp gitti. O kadar çok silaha ve bombaya sahip olması, bu denli büyük bir güç oluşturması onun hızlı çöküşüne mani olamadı. Bu büyük bir olay, bunun ne anlama geldiğini kavrayıp ders çıkarmamız gerekiyor. İnsan fıtratına aykırı uygulamaları, insanlara uyguladığı ağır baskılar sebebiyle yıkıldı Sovyet rejimi. Pakistan atom bombası yaptı yıllar önce, ama Pakistan’ın gelişmesine ne katkısı oldu? Şimdi İran nükleer silah üretme peşinde, bunca yatırımla üreteceği silahları nerede kullanacak, ne işine yarayacak? Bu silahlar hangi sorunu nasıl çözecek?

 

- Panelde hanım kardeşlerimizin hazır bulunmasından özellikle büyük memnuniyet duyduğunuzu vurgulamıştınız. Bu vurgunuzu Özedönüş Derneği’nde yaptığınız sohbette de tekrar ettiniz? Hanımların eğitim faaliyetlerine katılımını neden bu kadar önemsiyorsunuz?

-İngiltere, Suriye, Kuveyt gibi bir çok ülkenin yüksek öğretim istatistikleri incelendiğinde, hemen tüm branşlarda kız öğrencilerin oranının erkeklerden daha yüksek olduğu görülüyor. Aklını kullanan, kavrayış sahibi bir anne çocuğunu çok daha iyi yetiştirecektir. İyi eğitim almış bir anne, bebeğinin derinliklerine sahih iman ve sahih ahlak tohumlarını atacak olan kişidir. Bu yüzden kadınların iyi eğitim anlamalarını çok önemsiyorum. Hanım kardeşlerimiz, bundan böyle geleceğimizi inşa etmede daha büyük bir pay ve etki sahibi olacaklarını düşünüyorum. Bebeğin, fıtratında var olan inanma, güzel ahlak gibi üstün vasıflarının gelişmesinde, ona en çok annesi yardımcı olacaktır. Onun için Allah Rasulü, “İyilik yapılmaya en fazla hak sahibi olan kimdir?”diye soran sahabiye, üç kez peşpeşe “annen” diye cevap veriyor, dördüncüsünde “baban” diyor. Kadınların daha şefkatli davrandığını hepiniz görüyorsunuz. Hanımlar hemen bütün alanlarda daha başarılı oluyor. Çünkü insanlarla geçinmede daha başarılılar.

Dünyada birçok ülke kadının sosyal hayatta ne kadar büyük bir konuma sahip olduğunu anladığı için hükümetler annelere çeşitli destekler sağlayan politikalar geliştiriyorlar. Artık hemen hemen bütün dünyada kız çocukları da okula gönderiliyor, bu çok önemli bir zihniyet değişimidir. İnsanlık asıl gücün kaslarında değil aklında olduğunu kavradı artık. Dolayısıyla, kas gücü önemini yitirince erkeğin kadın aleyhine görece üstünlüğü de temelini yitirmiş oldu. Fransa’da bir füze uzaya fırlatılırken  düğmeye bir kadın basmıştı. Bunun sembolik değeri ve mesajı büyüktür.

 

-Yazılarınızda ve konuşmalarınızda demokrasiye sıkça vurgu yapıyorsunuz? Ancak, demokrasiyi İslam’a aykırı bir sistem olarak görenler de var. Siz demokrasiyi nasıl anlıyorsunuz?

-Demokrasiyi yöntem olarak benimseyenlerin büyük çoğunluğu belki de Allah’a inanmıyorlar, ama insanın insana tapmasını, kulun kula kul olmasını reddediyorlar en baştan. Burası çok önemlidir. Başlangıcı ve mevcut hali ile imansız demokrasi, haliyle kör ve topaldır. Ama, kula kulluğu reddetmesi, iktidarın güç ile veya verasetle değil, insanların hür irade ve tercihleriyle el değiştirmesi yöntemi son derece önemlidir. Kur’an’da Şûra suresi var bildiğiniz gibi. Ayrıca, “onların (yönetim) işleri aralarında şûra (meşveret, istişare, ortak akıl) iledir” buyuruyor Rabbimiz. Biz demokrasinin noksan kısmını tamamlayalım, ona mizanı ekleyelim, şûra esaslı daha ileri bir demokrasiyi uygulayalım, insanlığa örnek olalım.

Demokrasi yönteminde yanlış yapan en fazla 4 sene bu yanlışı yapar, sonra ilk seçimde düşürülür. Mısır Müftüsü namaz kılarken öldürülenler için “öldürenler öldürülenlerden daha kıymetli” diyebilmişti! Seçimle iş başına gelen bir insan asla böyle bir yanlış tavır içine giremez! Beni yadırgamayın, çok acı çekiyorum. Bu ilahi kanunları keşfedip çocuklara öğretmeliyiz.

Ebu’l-Hasan en-Nedevi ölüm döşeğinde İkbal’i ziyaret ettiğinde, “şiirlerim dünyanın bir çok ülkesine çevrilecek, ama fikirlerimin Müslümanlar tarafından anlaşılmasını daha çok önemsiyorum”, demişti. Bir de, Türkiye’yi takip edin, onlar ilerleyecek demişti. Türkiye diğer İslam ülkelerine demokratik yöntemi kullanma açısından fark atmıştır. Yönetim seçimle el değiştiriyor, şairler, yazarlar, sanatçılar yetiştiriyor.

 

-Eserlerinizde ve sohbetlerinizde tarihe çok vurgu yapıyorsunuz? Tarihi bu kadar çok önemsemenizin sebebi nedir?

-Tarihi bilmek ruh sağlığımız açısından çok önemlidir. Yeryüzünü fesada boğanlar Müslümanlara hayvan muamelesi yapıyorlar, ‘şunlara bakın, nasıl da vahşi hayvanlar gibi birbirlerini tepeliyorlar’ diye gülüyorlar bize! Dünyada olup biteni anlamamız lazım. Bunun için de tarihi okuyup ibret almamız, olaylar arasında bağ kurabilmemiz gerekiyor. Olayları kavrayıp birbirleriyle bağını kurabilirsek, gözümüzün önünde cereyan eden Japonya’nın gelişmesi, AB nasıl kurtulmuş şiddetten, bunu iyi anlamamız lazım. Humeyni’nin silahsız devrimi ve silahlı hezimeti, SSCB’nin çökmesi, Saddam’ın bir bayram sabahı kurban edilir gibi asılması... bunların hepsi birer ibret dersi olur bizim için.

Müslümanlar tarih ilmine gereken önemi vermiyor maalesef. Onun için de dünyada olup biteni anlamıyorlar. Toynbee medeniyetlerin nasıl kurulduğunu ve nasıl çöktüğünü, tarihin keşfedebildiği yasalarını anlatıyor. Biz Kur’an’ı anlamak için okumalı, ayetlerin maksat ve hedeflerini kavramalıyız. Nasıl ki elektriğin bir kanunu varsa insanın da bir kanunu var. İnsanoğlu, aklını kullanarak kanunu keşfedereknasıl ki tabiatı emrine âmade kılıyorsa, tarihin ve sosyal olayların kanunlarını keşfederek daha insani, daha medeni bir hayat sistemi kurabilir. İnsan bu kapasitede yaratılmıştır.

HerbertWellsKısa İnsanlıkTarihi adlı eserinde, kavmiyetçilik ve ulusdevletçilik değerlendirmelerini yaparken, “kültürel değerleri ve entelektüelleri olmayan kavimler diğer kavimler arasında çıplak gibi kalıyor” der.

 

- Üstadım, adalet ve ihsan ile muameleyi nasıl anlamamız gerekiyor?

Rabbimiz, ‘müminler arasında’ demiyor, ‘insanlar arasında’ adalet ve ihsan ile hükmetmemizi hükümet etmemizi, onlara ‘ihsan’ ile muamele etmemizi istiyor. Adalet ve ihsanın kıyamete kadar asla yok olmayacağını ve kıymetinden hiç bir şey kaybetmeyeceğini çok iyi anlamalıyız. Adaletin, eşit muamelenin kıymetini en çok ezilenler, kadınlar ve çocuklar bilir. Müşrikler, “ayak takımımız senin peşine takılıyor, onlar yanındayken biz seninle oturup konuşmayız” diyorlardı Peygamberimize.Müşrikler, kendinden düşük seviyede gördükleri insanları kendileriyle eşit görmeye yanaşmıyor, onlarla iyigeçinmeye tenezzül bile etmiyorlardı.

Hükmün, idarenin, otoritenin, kısaca yönetimin tek ölçüsü adalet, yani eşit davranmak iken, maalesef dünyada geçerli yegâne kural güç olmuş, insanlık birbirini katledip duruyor! Oysa Kur’an, bir insanı öldüreni bütün insanları öldürmüş gibi günahkâr görür. Zerre kadar hayır işleyen de, zerre kadar şer, kötülük işleyen de bu eylemlerinin karşılığını bulacak. Zira, bütün yaratılmışlar iradesiz olarak, otomat varlıklar halinde hareket ediyorken,insanoğluna irade, yani seçme hürriyeti, tercih hakkı verilmiştir. Dolayısıyla, doğruyu mu seçmiş eğriyi mi, bunun karşılığını mutlaka görecek.

Kur’an’da en çok geçen ve en uzun anlatılan kıssa Musa-Firavun kıssasıdır. Farklı surelerde tam 70 kez geçiyor bu kıssa. Çünkü güç ile ilkenin mücadelesini anlatıyor. Cuma hutbelerinde hatibin sürekli okuduğu ayette ve Mümtehane suresinin 8. ayetinde buyurulduğu üzere, insanlara adalet ve ihsan ile muamele etmeliyiz ve insanlarla geçinme yöntemi olarak bunu savunmalıyız.

 

- Kur’an’ın müslümanlarca anlaşılmadığını sıkça tekrarlıyorsunuz? Bununla anlatmak istediğiniz nedir?

Kur’an’ı yeniden anlama çabası içine girmeliyiz. Zira, Kur’an’ın verdiği mesajlar ve gösterdiği hedefler ile Müslümanların tutum ve davranışları arasında dağlar kadar mesafe var. Bu durum onların Kur’an’ı anlamadığını gösteriyor. Maalesef milyonlarca müslüman için Kur’an halâ inmemiş hükmünde. Esasen işe çocuklardan başlamamız gerekiyor. Çocuklara Kur’an’ı nasıl öğretebiliriz, onun yüksek mânalarını nasıl kavratabiliriz diye çok düşündüm. Her gün en az kırk kez okuduğumuz Fâtiha’yı, hattâ, sadece “Rabbü’l-âlemîn” ayetini tam kavrayabilsek bütün olayı çözeceğiz. Ama maalesef daha Fâtihasuresi bile yeterince anlaşılmamış. Rabb, Allah’tır. Âlemîn: kâinat, insanlar ve ahiret. Bütün Kur’an’ı okuduğunuzda âyetlerin bu dört temel konu etrafında odaklandığını görürsünüz.

Ayağımızı sağlam basarsak, yani, Kur’an’ı doğru anlayıp hakiki bir anlayış geliştirebilirsek, sorunlarımızbir birçözülecek. Işık gelirse karanlık kendiliğinden kaybolacak.

 

- Ayağımızı yere sağlam basmaktan kastınız nedir?

-Sünnetullahı keşfetmemiz lazım. İnsan başta olmak üzere bütün yaratılmışların kanunu kavramamız gerekir. Çocukların bu hakikatleri kavraması çok daha önemlidir. Allah Teala tüm yaratılmışları insanın emrine müsahhar kılmıştır. “Sehhara” demek, bedelsiz ve zorunlu hizmet vermek anlamına gelir. Camilerde, evlerde güneş enerjisiyle ısıtılan sıcak sular akıyor. Güneş enerjisiyle çalışan uçak yaptılar, hiç durmadan havada çok uzun süreler uçabilecek. Zira, bulutların üzerine çıkınca bulut kalmıyor zaten, sürekli güneş var.

Eşyanın ve insanların kanunlarını, Allah’ın onlar için koyduğu sünneti keşfedip ona göre davranmamız gerekir. Aksi takdirde zararlı çıkarız. Elektriğe iletken bir cisimle dokunursanız sizi çarpar. Elektriğin sünnetini, kanununu keşfedip ona uygun davranırsanız, size karşılıksız ve kesintisiz bir hizmet sunar. Böylece onunla bir taraftan buz üretirken, havayı soğuturken, öbür taraftan ortamı ısıtabilir, yemeğinizi onunla pişirebilirsiniz.

 

- Hakkı ve bâtılı nasıl anlamamız gerekiyor sizce?

- Ra’d suresinde hakkın ne anlama geldiği gayet güzel anlatılmaktadır. “Gökten suyu indirir. Sel olur vadilerde akar. Köpükleri gider, suyu kalır...” Allah hakkı ve bâtılı böyle anlatır, köpük gider su kalır, cüruf gider çelik kalır. Köpük ve cüruf yok olmaya mahkûmdur. Tarih boyunca gözlemlediğimiz odur ki, daha iyisi gelince eskisi yok oluyor.

Müşrikler Allah’ın nurunu söndürmeye çabalayadursun. Işık gelince karanlık yok oluyor, daha faydalısı ortaya çıkınca, az faydalı olan yok oluyor. Elli yıl önce kullandığımız eşyaları kullanmıyoruz artık, çünkü daha iyisi var bugün. Veba gibi yaygın hastalıklardan binlerce insan ölüyordu dünyada. Peygamberimiz zamanında da böyle bir salgın vuku bulmuştu,“veba olan yere girmeyin, veba olan yerden çıkmayın”buyurarak karantina uygulamıştı. Günümüzde tıp gelişti, tedavi imkânları gelişti, bütün dünyada insanların ömrü uzadı. Ortalama hayat beklentisi bazı ülkelerde 80 yaşın üstüne çıktı. Ama, Afrika’nın bazı ülkelerinde ortalama insan ömrü 50 yaşın üstüne daha yeni çıkabildi.

 

- Japonya’yı ve Avrupa Birliğini çok önemsiyorsunuz, hemen her konuşmasında bu iki örneğe değiniyorsunuz. Bu iki örneği sizin nezdinizde çok değerli kılan nedir?

- Japonlar ne Müslüman, ne Hristiyan, ne de Yahudi, ama Âdem’in çocukları onlar, akıllarını kullanıp ilerlediler. Aynı dine mensup, aynı dili kullanan 23 Arap ülkesi gördüğünüz gibi perişan vaziyette. Bunlardan iki ülke bile bir araya gelip bir ittifak kurmayı akıllarından bile geçirmiyorlar. Avrupa Birliği’nde 27 ülke bir araya gelip güçlü bir birlik kurabildi. Savaşı bırakıp barış içinde bir arada yaşamayı, nimetleri paylaşarak çoğaltmayı öğrendiler. Kur’an, “gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler, akılları var işletmezler” dedikçe biz bu ayeti üzerimize alınmayıp,‘bundan kastedilen gayr-i müslimlerdir’, diyerek geçiştirdik hep. Oysa bu ayet bizim durumumuzu da ifade ediyor. Bu yüzden olayların gerçek nedenlerini, sonuçlarını göremiyor, kavrayamıyor, makul bir şekilde davranamıyoruz.

Farklı kavimden yüzbinlerce insan, hac zamanında, aynı yerde, kefen gibi beyaz sade bir kıyafetle ittihad yapıyor. Keza, Kâbe’nin etrafında eşit bir şekilde saf tutuyorlar. Celal Nuri’nin İttihadü’l-Müslimîn adlı eserini Abdurrahman AzzamArapça’yatercüme etmişti. O yıllarda kitap sahibi olmak zordu. Ben de elle yazarak kendime bir nüsha edinmiştim. İslam âleminin neresinde bir uyanış var diye merak ediyordum, onun için farklı bölgelerden eserler okumaya gayret ediyordum. Daha o karanlık günlerde bu zat, “torunlarım gasp edilmiş hakkımızı geri alacak” demişti. Yine Bilginin ABC’si adlı eserinde Celal Nuri, “Arafat dağı elmas olsa Müslümanlar için bu kadar kıymetli olmazdı, o ittihadın, birliğin timsali oldu” diye yazıyor.

 

- Yine siz anlatmıştınız bir sohbetinizde. Mısır ile Suriye yıllar önce bir ittifak kurmuştu. Sizce bu girişim neden başarısız oldu?

1950’de Mısır-Suriye ittifakı kurulmuştu. O dönemde yedek subay olarak askerlik görevimi yapıyordum. Ortak bir tatbikat yapıyordu iki ülkenin ordusu. 20x30 km genişliğinde bir alanda gerçek mermiler kullanarak yapılıyordu bu tatbikat. Bir gece saat 1’de uyandırdılar bizi, Mısırlı subaylar bir tarafa, Suriyeli subaylar öbür tarafa gidip konuşmaya başladılar. Suriyeli subayların komutanı bize “onlar darbe yapıp bizi üst düzey görevlerden uzaklaştırmak istiyorlar, biz bunu kabul edemeyiz”, dedi. Ben bu durumdan fena halde rahatsız oldum ve“Komutan, sen ne diyorsun?İki müslüman ülke bir araya gelmiş ve bir ittifak kurmuş. Sen bu birliği, tahrip etmek, ittihadı ifsat etmek mi istiyorsun?” diye itiraz ettim. Cebinden küçük bir mushaf çıkarıp onu göstererek dedi ki;“Biz ifsat ediciler değil, ıslah edicileriz.”Ben de ona cevaben dedim ki;“Sen bu girişiminde ya başarılı olacaksın ya da başarısız. Başarılı olursan birlik bozulacak. Başarısız olursan sen fitne fesat çıkarmaktan dolayı yargılanıp idam edileceksin. Her iki durumda da sonuç hüsran olacak, vaz geç bu sevdadan!” Komutan, “Sen Abdünnasır’ı tanımıyor musun, İhvan-ı Müslimin’ene zulümler yaptığını bilmiyor musun?” dedi. Ben de;“Abdünnasır’ısenden daha iyi tanıyorum, zira ben Mısır’da okudum. O zalim ölüp gidecek, ama bu ittifak devam etmeli.” dediysem de, o darbe planını kafaya koymuştu, beni de önünde engel olarak gördüğü için beni derdest ettirip göz altına aldırdı. Operasyon bitene kadar da serbest bırakmadı. Ve maalesef Mısır’la Suriye’nin birlik girişimi de böyle başarısızlıkla sonuçlanmış oldu.

 

- Atmış yılı aşkın bir süredir şiddetin bir sorun çözme aracı olmadığını anlatıyorsunuz. Savaşın sorun çözme yöntemi olamayacağını neden bu kadar büyük bir şiddetle savunuyorsunuz?

- Eşyaya, varlıklara kanunlarına uygun davranmamız gerektiği gibi, aynen öylece insana da kanununa uygun davranmamız gerekir. İnsana onun fıtratına, yapısına, yani kanununa uygun şekilde davranırsak bize dost olur, onun üzerinde baskı kurarsak bize düşman kesilir. Zira, baskı, zor, zorbalık insan fıtratının asla kabul edemeyeceği anormal bir durumdur.

Savaş zorun, zorbalığın, baskının zirvesidir. Bu yüzden hep söylediğim odur ki; savaş ölmüştür. Savaşın sorun çözme yeteneği kesinlikle kalmamıştır. Bir tek kurşun atmadan Şah’ı ülkesinden kovan Humeyni, silah kullanarak onun kadar güçlü olmayan Saddam’a hiç bir şey yapamadı. Sekiz sene boyunca milyonlarca genç yok yere öldü gitti. “Gözleri var görmezler...” ayeti bizim bu durumumuzu anlatıyor aslında.

Humeyni’nin bir mesajıyla yüzbinlerce kadın caddelere doluşup sivil itaatsizlik örneği sergiliyordu. Amerika’nın Ortadoğu’daki en güçlü partneri Şah bu sivil direniş karşısında tutunamadı, tacını tahtını terk edip ülkesinden kaçtı gitti.Ülke dışına kaçırdığı usulsüz servetine Amerika el koydu. Bu servethalen İran’a iade edilmiş değil. Bu kadar açık olayları görüp de anlamayan Müslümanların tavır ve davranışlarınaziyadesiyle üzülüyorum.

Her gün defalarca okuduğumuz ‘Âyetelkürsi’nin hemen peşinden gelen “lâ ikrahefiddîn” ayeti ikrahı, baskıyı, zorbalığı yasaklamıştır. Yüzü ekşitmekten atom bombasına kadar geniş bir yelpazeye yayılabilecek mahiyette olan ‘ikrah’ın, baskının hiç bir türü caiz değildir. Nitekim insanı güç ve baskı ile değil, ikna ile değiştirebilirsin, onu istediğin yola ancak ikna ederek getirebilirsin.

 

- Hıristiyanlığınşiddetsizlik söylemine rağmen Hıristiyanların bu kadar şiddet düşkünü olması nasıl açıklanabilir?

- Şam Hirakl döneminde Roma’nın başkenti idi. Dımaşk’ta büyük bir arena vardır. Bu arenada esir insanları vahşi hayvanların önüne atıyorlar ve hayvanın onu nasıl parçaladığını izliyorlardı!Allah Rasulü ona eşit davranmaya davet eden bir mektup göndermişti biliyorsunuz.

Yahudiler Mesih’i yalanladı. Hıristiyanlar da Hz. Muhammed’i yalanladı, sahte mesih olarak tekfir etti, yani Yahudilerin düştüğü hataya düştüler. Ama, ben çok umutluyum. Kur’an’ın yüksek hakikatlerinin bütünüyle ortaya çıkacağına, insanların bu hakikatleri kavrayacağınabütün varlığımla inanıyorum. BM’nin çarpık yapısı da değişecek, insanların birbirleriyle ilişkileri de çok daha iyi bir düzeye erişecek.

 

- “Kelimetinsevâ’; eşit söz”den tam ne anlamamız gerekiyor sizce?

Rasulullah sadece Hirakl’e değil, Necaşi, Kisra, Mısır kralı gibi başka liderlere de İslam’a davet eden mektuplar göndermişti. Bu mektuplarda onları “eşit bir söze”, yani eşit muameleye davet ediyordu. İnsanlara eşit muamele yapmak zorundayız. Adaleti ilgilendiren tüm binalarda terazi resmigörürsünüz. Niye terazi? Çünkü terazinin iki gözü eşit olmazsa denge bozulur, bu yüzden terazi eşitliği simgeliyor.

Buhari, Sahih’inin İman kitabında bahseder bu mektuplardan. Mesaj şu: “Aramızda eşit bir söze gelin, birbirimizi rab edinmeyelim.” Hirakıl’e yazılan mektup, “selam olsun hidayete tabi olanlara” diye başlıyor. İnsanlık onurunu gözetmek gerekir. Bu mektup Hirakl’i karşılıklı tanımaya çağırıyor aslında. Hirakl’e mektup tercüme edilince, mesajı ve daveti yadırgamadı. Gidin ziyaret edin bu zatı dedi. Ticari münasebetlerinden dolayı bölgeye gelip giden Ebu Süfyan’danHz.Muhammed’i tanımak istedi. “Muhammed’in söz verip de sözünü bozduğu oldu mu hiç? deyip de, “Hayır, hiç böyle bir olay hatırlamıyorum” cevabını alınca; “Bu adam, şu ayaklarımın bastığı yere bile sahip olacak.” demişti. Bu söz üzerine korkuya kapılan Ebu Süfyan, “Bu büyük lider Mekke’deki güçsüz bir adamdan mı korkuyor yani?” diye hayretini ifade etmişti. Allah Rasulü’nün silah gücü yoktu, ama, eşitliğe davet eden çok güçlü bir mesajı vardı ve Hirakl bu mesajın gücünü çok iyi kavramıştı. Zaten çok geçmeden dediği oldu, o topraklar Müslümanların eline geçti.

Kur’an’ın eşitlik söylemine dünya hâla ulaşabilmiş değildir. Eşitlik, ‘bana ne varsa sana da o var’ diyebilmektir. Eşitiz demek, ‘sen de ben de aynıyız, bana özel bir ayrıcalık, herhangi bir imtiyaz yok’ demektir. Batılı bazı düşünürlerin eserlerini okurdum, bir süredir hepsi gözümden düştü, çünkü eşitliği içselleştiremiyorlar. Mesela, BM’deki veto hakkına karşı çıkmıyorlar. Tarih boyunca geniş kitleler hep ezilegelmiş, eşitlik ise sadece söylemlerde kalmıştır.

 

- Sizce, İslam ülkeleri şiddet dışında çözüm yöntemleri geliştirmede neden başarısız oluyor?

- İran atom bombası yapmaya çalışıyor. Pakistan yıllar önce yaptı da ne işine yaradı? Bir günde 6 bomba patlatmıştı Pakistan, dünyaya ‘bundan bizde çok’ mesajı vermek için...

Harp, ancak, baskı altındaki insanların üzerindeki baskıyı kaldırmak için caiz olur. Savaşmak için ortada bir zulüm, bir baskı olması, insanlara bir inancın dayatılması gerekir. İnsanlara ‘lâilaheillallah’ı bile dayatmak caiz değildir. Bunu yeterince anlamazsak, yanlış düşünce üzerine bina edeceğimiz her şey yanlış olur. DAİŞ vb. hareketler yanlış bir düşünce üzerine davranışlarını bina ettiği için doğru bir iş yaptıklarını zannediyorlar. İnanç baskısı ya da yurdundan sürme suçu savaş sebebidir.

İman da ahlak da yanlış olabilir, ortada iman ve ahlak var diye bunların doğru olma garantisi yoktur. Müslüman asla yalan söylememeli mesela. İman ve ahlak bir arada ve doğru anlaşılmalı. Yoksa imanlı ve ahlaklı bir insan kendisine bomba bağlayıp insanları patlatarak iyi bir şey yaptığını düşünebiliyor. Allah ona rahmet etsin, Hz.Ali’nin Hariciler hakkındaki görüşü ne kadar manidardır: “Hakkı talep edip yanılan, batılı talep edip isabet eden gibi değildir.” Kur’an’ın maksat ve hedeflerini kavramış o büyük insan, Haricilere karşı nasıl muamele edilmesi gerektiği sorulduğunda şu cevabı vermişti: Haram yere kan dökmedikleri sürece savaşı başlatan siz olmayın!

 

- Sizce Müslümanlar ‘cihad’ı neden savaşla özdeşleştiriyor?

- İnançları sebebiyle baskı gören, inancı yüzünden öldürülen, bu yüzden yurtlarından sürülen insanlara savaşma izni verilmiştir Kur’an’da. Allah rahmet eylesin, ameliyat olduğumda ziyaretime geldiğinde Said Ramazan el-Bûtî’ye cihadın doğru anlaşılmasına hizmet edecek bir eser yazmasını rica etmiştim, o da yazmıştı. O eserindeBûtî, “bidûnhirâbcihad caiz olmaz” diye yazmıştı. Harpler genel olarak ve çoğunlukla zalimdir. Adil savaş sadece baskıyı ortadan kaldırandır. Ama böyle adil bir savaş yok dünyasında.

Bir insan düşüncesi sebebiyle öldürülemez. Bir insan ancak eylemleri sebebiyle ölümü hak ediyor olabilir. Ama, maalesef istisnasız bütün İslam mezhepleri dinden çıkanın öldürülmesi gerektiğini söylüyor. Fıkıh kitaplarına baktığınızda mürtedin hükmü idamdır, der. Oysa, Kur’an’da dininden çıkanın öldürüleceğine dair hüküm bulamazsınız.

Çok üzücü bir durumdur ki, genel olarak Müslümanlara baktığımızda silahı ve atalarını taparcasına yücelttiğini görüyoruz. Oysa, İbrahim aleyhisselam babasına ve toplumuna “Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz?” diye itiraz etmişti. Atom bombasını biz yapıyoruz, ondan biz medet umuyoruz, ondan yine biz korkuyoruz. Bizim hayat anlayışımız maalesef çok kirlenmiş. Silah bu kadar önemli ve güçlüyse Sovyetlerin yıkılışını niye engelleyemedi?

Bu hakikatler çok kıymetli, bunlar bizim geleceğimiz. Tevrat’ta bir söz vardır: “Ben anlamın kendisiyim, benim ürünüm altından da gümüşten de efdaldir.” diye.Olayların iç yüzünü anlamak, hakikati kavramak gerçekten de çok çok önemli. Ben bu hakikatleri anlayabilmek için çok çalıştım, ama burada kalmamalı, daha kapsamlı düşünenler, bu düşünceleri daha ileriye götürenle gelmeli benden sonra. Allah mutlaka nuru tamamlayacak, buna bütün kalbimle inanıyorum.

 

- “Gevşemeyin, mahzun olmayın, inanıyorsanız en üstün sizsiniz” ayetini nasıl anlamalıyız?

- Kuralını keşfedersek İslam’ın yayılışını kimse durduramaz. Kur’an’da recim cezası da yok kafa kesme emri de. Seksencelde, yüz celde var. Allah Rasulü “İdrau’l-hudûdebi’ş-şubuhât: şüpheli durumlarda had cezalarını düşürün” buyurmuştur. Nesh kanunu gereğince bir şeyin iyisi gelince kötüsü ortadan kalkar.Maide suresinde ifade edildiği gibi aslolan suçluları topluma kazandırmak ve ıslahtır, yok etmek değil. Mesela, hüküm infaz edilmeden önce tevbe ederse hırsıza el kesme hükmü uygulanmaz. Rivayet edildiğine göre, MuteziliAmr b. Ubeyd bir yolculuğu esnasında yakaladıkları bir hırsızın elini kesen bir topluluk için şöyle demişti:“Alenen çalan, gizli çalanın elini kesiyor!”

 

- İnsanlarla geçinmede, sorunları çözmede Kur’an’ın bize tavsiye ettiği yöntem nedir?

- Yönetim alanında tek ölçü adalet, insan ilişkilerinde tek ölçü ihsandır. Bu çok ağır bir söz gerçekten. Nitekim vahiy kendisini “ağır bir söz” olarak tanımlamıştır. “Adalet ve ihsan” ayeti her hafta yüzbinlerce camide hutbelerde hep okunuyor, ama maalesef hiç anlaşılmıyor. Allah bize kötü davranana bile iyi davranmamızı tavsiye ediyor. Böyle davranırsak, o zaman o düşmanımızın bile bize sımsıcak bir dost kesileceğini de haber veriyor.

Beni Ümeyye yöneticileri Hz.Ali’ye ağır sözler sarfediyorlardı hutbeden. Ömer b. Abdülaziz yönetime gelince bu kötü uygulamayı değiştirmiş ve “İnnallaheye’murubi’l-adli ve’l-ihsani...; Allah adalet ve ihsan ile muameleyi emrediyor...” ayetini okumayıadet edinmişti.Bu ayetin ne anlam ifade ettiğini yukarıda anlatmıştık.

Allah Rasulü Veda Haccında, “cahiliyede olduğu gibi benden sonra yeniden birbirinizin boynunu vurmaya başlamayın” diye uyarmıştı. Ama, maalesef 3. ve 4. HalifeMüslümanlar tarafından suikastle öldürüldü. Ve maalesef Allah’ın veRasulünün mesajı kayboldu. İktidar ilkeye ve seçime göre değil, babadan oğula ve kılıç zoruyla el değiştirmeye başladı yeniden. Yani, saltanat sistemine dönüldü yeniden. Emeviler onca zulümler yaptılar. Abbasiler de onlardan geri kalmadı. Günümüzde de Müslümanlar birbirini boğazlamaya devam ediyor! Şii-Sünni diye savaşıyor, hilafetime biat edin diye savaşıyor. Savaşmak için gerekçe bulmada hiç zorlanmıyor! Geçen ay 30 ülke Cidde’de toplanıpDAİŞ’le mücadele kararı almışlar. Bu kafayla asla başarılı olamazlar, çünkü bunlar da sorunun silahla çözüleceğini zannediyor, silahlı mücadeleyi çözüme götürecek bir yöntem benimsiyorlar ve derin bir yanılgıya düşüyorlar.Oyunun aslını görüp şiddetten uzak durmak gerekir. Zira, Müslümanları silah ve savaş girdabına sokarak İŞİD üzerinden İslam’a büyük bir darbe vurmayı arzu ediyorlar.

 

- Kürt meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Allah Teala, “Sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkartan O’dur.” buyurur. Sünni, Şii, Arap, Farisi, Kürt, Türk olarak değil, insan olarak dünyaya geliyoruz. Daha sonra annemiz, babamız, ailemiz, sosyal çevremiz bize dili, kültürü, dini ve mezhebi öğretiyorlar. Atalarımız bize yanlış kültürel miraslar bıraktığı için bir türlü doğruyu bulamıyoruz. Hakkı, hakikati bulduğumuzda, inanın bâtıl kendiliğinden yok olacaktır.

Bildiğiniz gibi, Peygamberimiz Zeyd’i oğlu gibi severdi. Ailesi geldiğinde, Zeyd’e “muhayyersin, ister onlarla git, ister benimle kal”, demişti. O da Allah Rasulü’nün yanında kalmayı tercih etmişti. Yani, biyolojik değil,iman ailesini tercih etmişti. Daha sonra Zeyd’in oğlu Üsame İslam ordusunun komutanı olmuştur.

Mısır’a öğrenim için gittiğimde Mustafa Sabri’yi tanımıştım. Daha sonra Said Nursi ile mektuplaşmalarını öğrendim. Sürgündeki Şeyhülislam Said Nursi’ye mektup yazmış. Mektup ulaştığında hasta yatağında hürmetle doğrulup okuduğunda “bu kadar takipçin olduğu halde neden toplumu ve devleti değiştirmiyorsun” diye sorduğunu görmüş. Said Nursi de Mustafa Sabri’ye cevaben bir mektup yazmış, dönem iman kurtarma dönemi demiş. Şeyhülislam da aynı şekilde ölüm döşeğinde mektubu aldığında kendisine hak vermiş.

Mezarından bile korktukları için Said Nursi’nin naaşınıgizlice bilinmeyen bir yere gömdüler. Ben onun kitaplarından çok yararlandım, bundan şeref duyuyorum.

 

Cevdet Said, İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam dünyasının genç kuşağından. 1931 yılında Suriye'nin Golan bölgesindeki Bi'r-i Acem köyünde doğdu. Çerkes asıllı mütefekkir, Cezayirli büyük düşünür Malik Binnebi’nin seçkin öğrencisi ve izleyicisi olarak ün salmıştır. İki yıldır İstanbul Beykoz’da yaşamaktadır. Temel görüşü, şiddete ve kaba güce karşı olmak, İslam dünyasının felsefi ve kültürel değerlerini yeniden dirilterek öze dönmektir. Türkçe’ye çevrilen başlıca eserleri şunlardır:

  • Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları
  • Âdem’in Oğlu Habil Gibi Ol / Yeni Bir Kimliğin İnşası
  • Güç, İrade ve Eylem
  • Değişim Rüzgârı
  • Din ve Hukuk
  • Oku! / İslami Mücadelede Bilginin Gücü
  • Ademoğlunun İlk Mezhebi / İslam ve Şiddet Üzerine
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler
Tüm Hakları Saklıdır © 2012 Öze Dönüş | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
Tel : Van Öze Dönüş Der Tlf: 432 212 10 18 | Haber Scripti: CM Bilişim