İnsan hakları kavramının tanımlanması, tarihi süreci ele alındığında genel kabul; Avrupa’da yaşanan aydınlanma dönemi ile başladığıdır. ‘İnsan’ kabulü ise bugünkü tanımına kavuşana dek uzun bir süreçten geçmiştir. Genellikle insan hakları kavramının devamında dem vurulan, insanların eşit ve özgür olduğu iddia edildiği tarihler ele alındığında gidilen ilk adres, demokrasinin ilk örneklerinin yaşandığı Antik Yunan dönemleridir.
Kaynaklar bu dönemlerde bütün insanların şehir meclisinde toplanarak söz hakkını kullanıp kendi kaderlerini tayin edebildiklerini yazar. Ama genellikle atlanan bir durum vardır. Bahsi geçen toplum yapısında ‘insan’ olmanın kıstasları vardı. Köleler, kadınlar insan olarak kabul edilmiyordu. Onlar gözetilecek ve çalıştırılacak mal statüsünde idi. Övünçle anlatılan demokrasinin ilk örneklerinin yönetimi, zengin-erkekler demokrasisi idi.
Diğer bazı kaynaklarda insan haklarının en eski yazılı metninin Sümerlerden kalan yazıtlarda olduğunu ifade ediyorlar. Bu metinlerde bugün anladığımız anlamın dışında, işçi-işveren şartlarının düzenlenmesi yer almaktadır.
Aynı şekilde insan haklarına kaynaklık ettiği söylenen Avrupa için bir dönüm noktası olarak kabul edilen MagnaCarta (1215) anlaşmasıdır. Bu anlaşma da yine o coğrafyadaki bütün insanları kapsayan bir anlaşma değildi. Kral ile Lordları arasında yapılan toprakların, malların tasarrufu konusunda kralın yetkilerinin sınırlandırılması konusudur. Bu düzenlemeler sade vatandaşın hayatında bir değişikliğe neden olmamış sadece yönetici erklerin kendi aralarında bir çıkar düzenlemesi olmuştur.
Tarihi seyri devam ederek ilerlediğimizde karşımıza Amerikan Bağımsızlık Beyannamesi (1776) çıkıyor. Bütün insanların hür olduğu ve eşit haklara sahip olduğunu beyan eden bu metni hazırlayanlar; Kızılderilileri, siyahları, kadınları bu ‘eşitlik ve özgürlük’ çizgisinin dışında tutmuşlardı.
Ve Fransa’da (1789) ilan edilen Evrensel İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesi. 17. yy'da başlayan, kilise-kral işbirliğinin insanlar üzerindeki zulmüne direniş hareketlerinin 18. yy sonlarında başarıya ulaşması ile sonuçlanmasıdır. İnsanların kralın gücü ve kilisenin din ile kamuflesi vasıtasıyla ezilmeye başkaldırdığı bir süreç. Bu devrimi yapanlar, orta sınıfa mensup, bilimle ilgilenen soyluların çocukları veya torunları idi. Bu bildirgenin ilanından sonra uzun bir dönem karmaşa ve cinayetler devam etmiş, eski iktidar güçlerinin bütün kabulleri inkâr edilmiştir.
Bu inkârın en başında dinin hayata müdahalesi gelmiştir. İnsanların din adına köleleştirilmesi, din için kendilerini vakfettiğini iddia eden din adamlarının büyük servetlerinin kralların servetleri ile yarışması bu sonucu doğurmuştu. Bir yönetimin olması gerektiği ve krallıkların yetkilerini paylaşmayı kabul etmesi nedeniyle bugün sembolik de olsa kraliyet mekanizması Avrupa’nın bazı ülkelerinde devam ediyor.
Yapılan devrimle insanın değerliliği ve insan aklının her şeyi anlamada yeterli olduğu kabulü ile yeni bir dönem başlamıştır. Bu dönemin başat belirleyicisi, bütün doğrulara ulaşmanın tek yolu aklın rehberliği idi. Kralın yol göstericiliği, dinin adaleti yoktu. Herkes düşünebiliyor, öyle ise herkes söz sahibi olmalı idi.
Emir-komuta zinciri yerine toplumun her alanına nüfus eden uzmanlık alanlarının, birbirini dengeleyen güçler (kurumlar) dengesinin daha adil bir dünya oluşturacağına karar verildi. Yargı, siyaset, din, eğitim, sağlık bütün bunlar aynı çatı altında ama ayrı uzman kadrolar tarafından yönetilen kurumlar olarak topluma hizmet etmeliydi.
Bu yaklaşım Batı medeniyetinin en temel yaklaşımıdır aslında. Batı medeniyeti tek tanrılı inanca gelene kadar -ki onda bile teslis inancıyla ilahı üç parçalı bir bütün olarak kabul ediyorlar- hayata dair her alanda bir tanrının hüküm verdiği ve bazen tanrıların kapışmasından zarar gören zavallı insanların olduğu bir düzenden bahsedilen Yunan mitolojisinden etkilenmiştir. Örneğin, Promethus; ateşi çalarak insanlara götüren, insanlardan yana mücadelenin sembolü olarak ayrı bir değerdir Batı toplumu için.
Bu teoride mantıklı ama realiteye uymayan düşünce akımı 2. Dünya Savaşı'ndan sonra her şeyin akıl yürütmeyle çözümlenemediği, her insanın eşit varsayılması ile eşitliğin sağlanamadığı çok ağır bedellerle öğrenildi. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) kabul edildikten sonra Avrupa Konseyi (1949) kuruldu. Savaşların ağır sonuçlarından sonra ülkeler insanlığın değeri üzerinden ülke güvenliklerini güvence altına almaya çalışıyorlardı.
İnsan hakları kavramı bir denge unsuru olarak Batı medeniyetinin kurumsal yapısında üstüne düşeni yapmak üzere yer aldı. İşçi hakları, insan hakları konusunda ilk alt başlıklardandır. Kadın hareketlerinin çabası sonucunda kadın hakları da kabul edildi. Sömürünün en masum mağdurları çocuk hakları, BM bünyesinde kurulan (1954) UNICEF tarafından kollanmaya başladı. Aklın öncülüğünde deneme-yanılma yoluyla ve biriken tecrübelerle toplumda yer alan her bireyin ve kesimin hakları tanımlanır oldu. İşçi hakları, kadın hakları, mülteci hakları, engelli hakları, çevre hakları ve şu an ulaşılan nokta, gelecek neslin yaşayabileceği bir dünya bırakmak için sözü edilen üçüncü kuşak haklar.
Batı, kendi toplumunda oluşturduğu değerler düzeninde insan haklarına ihtiyaç duyan bir kültür. Aynı zamanda oluşturulan sistemde insan hakları kurumu işleyebilen kendi güçler dengesinde ‘birey’i kollaması gereken ve kollayabilen bir kurum.
Bu gerçeğinden yola çıkarak Batı dışı toplumlara da bu örgütlenmesini ihraç etmeye çalışan seküler Batı kurumları ve bunların bir çözüm yolu olabileceğini düşünen –kimilerine göre az gelişmiş, kimilerine göre gelişmekte olan veya Doğu toplumları- bizim gibi toplumlardaki mağdur kesimler bir noktayı atlıyor veya görmek istemiyorlar. Kendisi dışındaki halkların medeniyet boyutlarını derecelendirme hakkını kendinde gören, hangi ülkenin kadın hakları, çocuk hakları vb. konularda yeterli veya yetersiz olduğunu derecelendiren, kendilerini emperyal ülkelerin bağımsız kurumları olarak tanımlayan bu kuruluşların, derecelendirdikleri ülkelerin yoksulluklarının sorumlularından söz etmemesine mantıklı bir cevap vermiyorlar, aramıyorlar da. İnsan haklarını sahiplenen ve seslendirenlerin, aynı zamanda insan haklarını ihlal eden veya ihlal eden yönetimlerin destekçisi olma çelişkisini görmezden gelerek sebepleri değil sonuçları değerlendiren insan hakları örgütlerinin batı kaynaklı tek taraflı ‘birinci sınıf, ikinci sınıf insan’ yaklaşımının bir sonucu olarak duruyor karşımızda.
Ülkemizde insan hakları algısı ise;
Öncelikle değinmemiz gereken, ülkemizdeki toplum mühendislerinin tarihte Türkiye toplumunun gelişim seyrini ele alış yaklaşımları. Hala başat olan, ancak tek bakış açısı olmayan yaklaşıma göre; tüm toplumların aynı gelişim evrelerinden geçeceği ve farklı tarihlerde gerçekleşse bile aynı ‘aydınlanma çağının’ yakalanacağına, yakalanmasa dahi bu uğurda çalışılacağına dair ön kabuldür.
Bunun alternatifi ve giderek güçlenen görüş ise yukarıdaki bakış açısının emperyal güçlerin çıkarları doğrultusunda işlenen bir yaklaşım olduğu, her toplumun kendine has bir gelişim seyrinin var olacağı, bunun kabulü ile ancak toplumların kendilerine has bir gelişme dinamiği ve sonunda ideallerin gerçekleşebileceğidir.
Çünkü ideal toplum tarifi tek çeşit olursa o ideale ulaşmanın yol işaretleri de tek bir adres olur. O da bunu gerçekleştirenlerdir. Bunun gideceği nokta medeniyetin bir elde toplandığı tekelleşme olacaktır. Sonuç olarak ‘medeni’ olmak isteyen her toplum bu adrese mahkum olacaktır.
Sözün başına döner isek, Türkiye’deki insan hakları kavramın tarihçesi oldukça yeni sayılır. Avrupa ülkelerinde 1950’lerde gündeme gelen bu kavram bizim ülkemizde İHD’nin 17 Temmuz 1986’da kurulmasıyla tam anlamıyla gündemde yer almıştır. 1980 darbe sonrasında Özal hükümeti döneminde kurulan bu insan hakları kurumu, darbe döneminde yaşanan mağduriyetler ve hala ulaşılamayan kayıpların takipçiliği, işçi haklarının elde edilmesi gibi hak taleplerinin sesi olmaya başlamıştır.
İHD kurumunun insan hakları anlayışının temel referans olarak kabul ettiği, ‘İnsan ve Yurttaşlık Bildirgesi’ olmuştur. Ülkemizde solcu olarak tanımladığımız insanların katkı sunduğu bu kurum bazı dönemlerde engellemelere maruz kalsalar da bu güne kadar örgütlenmelerine ve çalışmalarına devam ediyor. Uluslararası birçok insan hakları örgütün de üyesi olan İHD, 29 ilde şubesi, 3 ilçede temsilciliği bulunmakta.
Ülkemizin sivil, ikinci büyük insan hakları kurumu MAZLUMDER. 28 Ocak 1991’de kurulan örgütün belirgin özelliği; ‘Evrensel İnsan ve Yurttaşlık Bildirisi’ni tanımakla birlikte kuruluş dinamiği olarak, Peygamber efendimizin vahiy almaya başlamadan önce, haksızlıklara karşı durmak için arkadaşları ile kurdukları ‘Hılf’ûlFudul’ yapısı referans alınmıştır. 24 ilimizde şubeleri bulunan MAZLUMDER, uluslararası insan hakları örgütleri ile koordineli çalışmalar yürütmüştür.
Başörtüsü yasakları sonrasında özellikle daha çok tanınan MAZLUMDER, İslami kimliğe sahip olan kesimler tarafından daha çok sahiplenmektedir. İslam devleti olmadığı için İslam öncesi bir yapı ile kendini özdeşleştirmesi ‘Erdemliler Topluluğu-Hılf’ulfudul’ ve VEDA HUTBESİNİ kendine referans alması İslami olmayan ama Müslümanların sahiplendiği bir yapı olarak varlığını devam ettiriyor.
Sivil örgütlenmelerin yanında, Türkiye’nin BM bünyesindeki antlaşmalara koyduğu imzalar, AB’ye üye olma şartlarından kaynaklı mecburiyetler nedeniyle kurulmuş olan insan hakları kuruluşları da mevcut. Türkiye insan hakları vakfı(TİHV) 1990 yılında resmiyet kazanmıştır. Yine TBMM bünyesinde Meclis İnsan Hakları Komisyonu kurulmuştur.
Ancak resmi statüsü olan bu yapılar gerçek anlamda kuruluş amaçlarına hizmet etmekten uzak kalmışlardır. Çünkü amacı insanların mağduriyetini ifşa ve suçlu odakları deşifre etmek olan insan hakları kurumları, devletin bünyesinde yer alıp aynı zamanda devlet mekanizmasının mağdur ettiği insanların haklarını savunamamıştır.
Batılı ülkelerde vatandaşın hakları konusunda sorgulanabilen sistem kuralları-yasaları bizimki gibi devletin bekası esas olan ülkelerde sorgulama bir zaaf olarak değerlendirildiği için, devlet bünyesindeki insan hakları kurumları ele aldıkları hiçbir dosyada; yığınla ‘devlet kutsalı’ ile döşenmiş bir zeminde hak temelli bir yaklaşım ortaya koyamamıştır.
Ülkemizdeki sivil insan hakları örgütlenmeleri, sistem karşıtı olarak değerlendirilmiştir. Bunun iki sebebi vardır: 1- Devlet mekanizmasının bu tür, insanların yaşam kalitesi ile ilgili vatandaştan yana örgütlenmeleri sistemin bekası adına tehlikeli görerek her türlü çalışmalara şüphe ile bakmasıdır. 2- İnsan hakları örgütlenmesine giden kesimlerin gerçekten var olan mevcut siyasi geleneğe muhalif, alternatif sistem taraftarı olmalarıdır.
Baskıcı yönetimlerin insanların kendilerinin nasıl yönetileceğini-alternatifleri özgür bir şekilde konuşamamalarından dolayı ülkemizdeki insan hakları örgütleri; mevcut sistemin sorunlu yaklaşımının yarattığı mağduriyetleri ifşa ederek hem mağdurun sorununu çözmek istemekte hem de muhalif olunan sistemin yanlış yönetim dinamikleri tartışılarak değiştirme çabasına katkı oluşturmayı hedeflemektedirler.
İnsan hakları örgütlerimizin bir diğer çabası ise, ülkemizin bir asırdır iktidarları tarafından hedeflenen ‘batı medeniyeti’ ideali üzerinden, insanların temel haklarını elde etmesine; ülkemizin imza koyduğu birçok insan hakları metnine dayanarak sistemin kurumlarını insan hayatının değerlerine saygılı olmaya mecbur etmektir. İşin felsefesi ‘madem her konuda batıyı örnek alıyorsunuz, öyleyse onların standartlarını getirin’ mantığı. Onun içindir ki, her hak gaspında batıyı yardıma çağırır, ülke yöneticilerini onlara şikâyet eder bu kurumlar.
Bu çabalar, şikâyetimizi ettiğimiz batının çıkarlarını tehdit etmediği müddetçe ciddiye alınmadığı da yaşanan tecrübelerle ortadadır. Batının kendi toplumu için olağan bir mekanizma olan insan hakları kurumu, unutulmamalı ki kendi ürettikleri bir yapı ve bir sorun yaşandığında gidip ağladıkları bir üst odak yok.
Bizim çıkmazımız, yazının başında anlatmaya çalıştığım sorun, toplumların idealleri ve ideallerine ulaşmak için gidecekleri yoldur. Toplumlar sorunlarına çözümü kendi imkânları ve yol haritalarına dayanarak aramadığı müddetçe yol alamazlar.
İslami kimlik…
Kendini Müslüman olarak tanımlayan bir insan olarak bizim insan hakları tanımının neresine düştüğümüze gelince... Biz Müslümanların temel ayrım noktası, parçalı bir yaklaşım bizim için söz konusu değildir. Toplumun bütün kurumları, bireyin sahip olduğu roller bulundukları mekânlara (okul, iş, ev, tatil, çocuk-ebeveyn) hapsolamaz. Bir çocuğun mutluluğu ve güvenliği için annesinin özgür, babasının işinde, haklarına sahip, toplumdaki acizlerin bir sığınağının olduğu bir yapının olması şarttır. Kişi hakları zamanın ilerlemesi sonucu değişim geçirmez.
İnsanın haklarının temel dayanağı, insanın bu hakları deneme-yanılma yoluyla, sorunlarla karşılaştıkça keşfettiği; salt aklın rehberliğinde bir yolla sağlanmaz. Çünkü inandığımız Allah bize gönderdiği nizamda ‘kul hakkı’ tanımı ile kendini bile sınırlayan bir sistemle insanların haklarını oluşturmalarını emrettiği sistemde garanti altına almıştır.
İşçi hakları söz konusu olduğunda, Peygamber Efendimizin örnekliği ile anlattığı gibi ‘teri kurumadan’ ödenmesi hassasiyetini getirmiştir. Sadece bir işçinin hakkı değil, toplumun adalet düzeni içinde yaşayabilmesi için (bugün batı toplumunun dahi kabul ettiği) tekelleşme ve faiz sistemini yasaklamıştır.
Kadın hakları konusunda ayrıntılar ve hurafelere girmeden, sadece peygamberin kadınlara yaklaşımını göz önüne getirmemiz yeterli olacaktır. Peygamberimizin hayatı boyunca, bugün modern ve dindar(!) erkeklerin kadınlara yaptıkları tek bir yanlışı yaptığını kim öne sürebilir? Bazı tartışmalarda olduğu gibi modernlerin; İslam tarihindeki kötü örnekleri, dindarların batı toplumundaki kötü örnekleri yarıştırması yanlışına girmemize gerek yok, zannedersem.
İnsanların renkleri, dilleri nedeniyle sömürülmemesi ve aşağılanmaması ilkesi, Müslüman bireyin kitabında açık bir kanundur. Zamanla keşfedilen ve bu sürede toplumların yok edilmesine mal olmasına gerek olmadığı bir gerçek. Bugün tarih ele alındığında birilerinin birilerine bahşettiği bir lütuf değil, Rabbimin herkese eşit pay ettiği bir hak.
Bugün üçüncü kuşak haklar diye tanımlanan “çevre hakları ve gelecek nesle yaşanabilir bir dünya bırakma” hedefi, Allah inancı olmayan insanlar için bugün yeni yeni farkına varılan bir sorun olabilir. Ancak Müslüman’ın bu ilkeyi yaşamıyor ve bilmiyor olması onun kusurudur, dininin değil. Çünkü bir ağaç dikmenin sevabını cennete vesile kılan, yoldaki bir taşın kenara alınarak insanların faydasını düşünen bir dinin mensubuyuz. İsrafı haram kılarak modernizmin yok etmeye çalıştığı doğayı korumanın en temel çözümünü sunar Rabbimiz. Neslin korunmasını sadece maddi koşullarla sınırlamayan, kişinin hem anne-babasını hem de çocuklarını kollaması gerektiğini emrederek toplumun bütününün sosyal ihtiyaçlarını sağlamayı hedefleyen bir kitaba sahibiz.
Biz Müslümanların insan hakları örgütlerinde olmaması gerektiğini savunmuyorum. Bugün İslam dini mensubunun dinine olan cahilliğinden dolayı ‘insan hakları’ yaklaşımının bütün sorunları çözebileceği ve ‘ilerici’ bir yaklaşım olarak değerlendirerek, İslam’ın ilkelerine ulaşmak için bunlara mahkûm veya ihtiyacı olduğunu kabullenmesine, muhalefetim. İslam devletinin olmadığı bir düzende Müslüman kimliğini ve saygınlığını koruyabildiğimiz sürece haksızlıklara karşı durmak için mağdurun yanında olma mecburiyetimiz var. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmek için bazı çatılar altında görev alabiliriz, almalıyız da. Ama asıl çözüm yolunu ve rehberini unutmadan.