Sivil mücadele konusu, kavramsal yönüyle ‘sivil toplum’, ‘sivil toplum kuruluşları’ ve ‘sivil itaatsızlık’ konularıyla da bağlantılıdır. Bu kavramlar Batıdan alındığı için bu kavramların tarihsel arka planı da Batı dünyasının mazisinde yaşanan süreçlerle ilgilidir.
Bazı ıstılah ve kavramlar, doğdukları dil ve kültür içerisinde birbirleriyle organik ve genetik ilişki içinde olduğundan bir aile gibi dururlar. Konumuzla ilgili yoğunlukla kullanılan kavramlar da Batı dili, kültürü ve tarihi içinde böyle bir özelliğe sahiptir. Bu kültürden belli bir konuya ait kavramlar farklı zamanlarda bir başka dile tercüme edilirken aralarındaki etimolojik ilişki bozulur ve birbirini çağrıştırmayan kavrmlar alır onların yerini.
Konumuz açısından örneklersek, İngilizce’de ‘civics’ Türkçe’de yurt bilgisi anlamına, ‘citizen’ vatandaş anlamına, ‘civilisation’ uygarlık anlamına gelir. ‘civics’, ‘citizen’, ‘civil’, ‘civilisation’ hepsi İngilizce’de ‘city’ (kent)kelimesinden türetilmiştir. Yani aynı kökten gelmektedirler ama aynı kökten gelen bu kavramlar Türkçede sivil, kent, vatandaş, uygarlık gibi birbiriyle hiç bir genetik ilişkisi olmayan kavrmalarla karşılanmaktadırlar. Bu, bir başka kültür ve medeniyet havzasından alınan kavramlarla fikir üretmede karşılaşılan birinci sorundur.
İkinci sorun, bu kavramların tarihsel arka planıyla ilgildir.
Sivil toplum kavramı ilk kez Antik çağda Aristo tarafından devlet sınırları içinde yaşayan insanların kendi aralarında yaptıkları sözleşmelerle bir araya gelmelerini, aralarında özgür ve eşit ilişkilerin söz konusu olduğu insanların bir arada yaşamaları anlamında kullanılyor.
Ortaçağın gelmesiyle beraber Batıdaki site devletleri dönemi sona erer ve yaşam ağırlıklı olarak kırsala kayar ve uzun yıllıar sürer. Sonra ticari faaliyetlerle şehirler yeniden canlanır ve yeni şehirler oluşur. Merkezi krallık yönetimlerinin de oluştuğu bu dönemde krallar para ihtiyacını şehirlerde yaşayan burjuva/ tüccar kesiminden temin etmek isteyince, bu kesim para karşılığında şehirlerde kendi kararlarını alabilmeyi sağlayan bir tür özerklik ister ve elde eder. Ortaçağ Avrupasında krallıklar, burjuva ve aristokrasi arasındaki ilişki ve anlaşmalar sonucu kentler yönetimlere karşı haklar elde eder ve sivil toplum meselesi bu kent tarihinden yeniden doğar.
Aydınlanma dönemi öncesi 17. Yüzyılda felsefeci Hobbes, sivil toplum kuramcısı olarak konuyu toplumsal sözleşme temelenide ele alarak teorik açılımlar yaparken Aydınlanma döneminde de Locke aynı konuda devlet egemenliğini sınırlayan bir içerikte teorik üretimlerde bulunur.
18. ve 19. Yüzyıllarda kapitalizmin ve modern ulus devletin gelişmesiyle bireyi ve bireysel hakları devlet karşısında korumak, bireyi devlet karşısında özerkleştirmek anlayışı temelinde yeniden düşünürlerin gündemine girer.
İşareten ifade etmeye çalıştığım bu tarihi süreçler bizim dışımızda cereyan ediyor ve biz o tarihi evrelerin içinde yer almıyoruz . Ulus devlet ve nisbeten sanayileşme ile tanışmamızla birlikte, Antik Çağdan başlayan Batı tarihinin seyrine biz 20. Yüzyılda dolaylı olarak dahil oluyoruz.
Bu tarihsel süreç, bize ait değildir. Bizim bu süreci yaşamamız ve yaşatmamız da mümkün değildir. Batı dünyasının tarihi gelişmesinin ortaya çıkardığı toplumsal bir biçimlenmeye çok sonraları zoraki olarak eklemleniyoruz. Dolaysıyla aynı konuya ilişkin tercüme kavramları kullanırken hem kavramların etimolojisi hem tarihi bağlamı konusunda problemler yaşıyoruz. Çünkü her bir kültür ve uygarlık havzası, kendi kavramlarını süreklilik arzeden yaşam seyri içinde üretiyor.
Peki konuyu nasıl ele alabilir ve bu sorunları nasıl aşabiliriz?
Ait olduğumuz kültür ve medeniyet havzasının dilinde konuyu izaha imkan sunan kavramlar vardır. ‘Medine’ kelimesi şehir ve kent demektir ve ‘city’ kelimesinin karşılığıdır. Bu kökten türetilen ‘medeniyet’ ve ‘temeddün’ ‘civilisation’ kelimesine karşılık gelir. ‘Medeni’ ve ‘mütemeddin’ kelimeleri de ‘civil’in karşılığı sayılır. Dikkat edilirse medine, medeniyet, temeddün, medeni, mütemeddin kavramları arasında organik, genetik ve etimolojik bir ilişki vardır ve bir aile topluluğu halinde insan zihninde yer alıyor.
Medine; görgü, nezaket, anlayış, ortak yaşamın kurallarına uymanın kaynağıdır. Medinede yaşayan insanın da medeni olması icap eder.
Bu kavramlar da Arapçadır diye itiraz edilebilir. Unutulmamalı ki, Arapça semavi dinlerin sonuncusu olan İslam’ın dilidir. Dolaysıyla Tevhidi dinlerin Hz. Adem’den bu yana olan tecrübesini içerir ve Doğuya aittir. Bizim dilimiz değil ama bizim de ait olduğumuz kültür ve medeniyet havzasının dilidir. Nasıl ki, bütün Batı dilleri Antikçağ Yunan kültür ve medeniyetine ait kavramları kullanıyorlarsa Ortadoğu ve Doğu da Arapça olan İslam dilini kullanıyorlar. Bu, doğal ve olması gereken bir durumdur.
Konuya ilişkin kavramların kullanılmasında bize ait olanlar tercih edilerek sorun aşılabilir ancak konunun modern haliyle menşei Batı olduğu için onların kavramları veya Türkçeye tercümeleri baskın çıkıyor. Bu durumda kendi medeniyetimize ait müteradif kavramları da birlikte kullanarak zihin bütünlüğüne katkı sağlanabilir.
Meselenin tarihi bağlamı ve arka planı konusunda izlenebilecek yol ve yöntem konusunda üç hususu göz önünde bulundurmak gerekir:
Birincisi: 20. Yüzyıldan itibaren ulus devlet ve sanayileşme ile birlikte Batı dünyasıyla benzer koşulları tecrübe etmeye başladık; geriden katılmış olsak bile. Benzer koşullarda yaşayanların, benzer çözüm önerilerinin olması bir yere kadar doğru ve analşılabilir bir durumdur. Sivil mücadele, sivil toplum, sivil toplum kuruluşlarının son geldiği nokta ulus devlete ve kapitalizme karşı ise, benzer yerlerde de bu konunun gündeme gelmesi ve uygulama alanı bulması normaldir.
İkincisi: Evrensel değerler mevzusudur. Üretilen evrensel insani değerler, fayda açısından insan tarafından üretilen teknolojik ürünlere benzer. Bir yerde üretilmesi, öteki tarafta kullanılmamasını gerektirmez. Arabayı, uçağı, telefonu ve elektriği bütün dünya kullanıyor. Yalnız evrensel insani değerler ile teknolojik ürünler arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Üretilen değerler evrensellik patenti üzerine yapıştırılmış olsa bile her zaman evrensel olmayabilir. Çünkü güçlülerin kendilerine özgü değerlerini evrensellik adına başka toplumlara dayatma eğilimi her zaman var olmuştur. Değerlerde evrenselliğin ölçüsü, söz konusu değerlerin insan fıtratıyla uyumudur. İnsan fıtratıyla uyuşmayan hiç bir değer bizim açımızdan evrensel değildir, insani de değildir.
Üçüncüsü: Bir düşünceyi, bir değeri ithal ederken benzer ve farklı yanlarımızı dikkate almak zorundayız. Sivil meselesinde ulus devlet ve sanayileşme bakımlarından Batıya benzerken, din, tarih, kültür ve medeniyet bakımlarından ayrışıyoruz. Benzerlikler ve farklılıklar dikkate alındığında değerler ayniyle aktarılamaz. Benzer koşulları paylaştığımız için toptan red edemeyiz ve hakeza farklı olduğumuz için de toptan kabul edemeyiz.
Çözüm sentezdir. Kendimize ait olanla aktardığımız tecrübenin sentezini yapmaktır. Bu yaklaşım hem bizi kendi dini, tarihi, kültürel ve medeni değerlerimizden uzaklaşmamızı önler hem de başka toplumların faydalı deneyimlerinden yararlanma imkanını bize sunar.
Sivil mücadeleyi bu anlayış içinde ele alacağım. Bu nedenle önce kendi dünyamızda sivil mücadele ile ilgili bir tarama yapacağım ve sonra da Batıdaki sivil mücadeleyi de dikkate alarak nasıl bir sivil mücadele anlayışı geliştirmemiz gerektiğine dair saptamalarda bulunmaya çalışacağım.
Sivil mücadele cihetinden Peygamberler tarihine bakış
Kur’an bize bir dünya görüşü ve şeriat sunmanın yanında beşer tarihinin hülasasını, bizim için gerekli olan yanlarını da özetler. Eğer beşeriyetin kadim tarihine ilişkin bu ilahi bildirimler olmasaydı, o dönemlere ait hiç bir bilgimiz olamayacaktı.
Allah, insanoğlunun ilk nesli olan Adem’in çocukları arasında cereyan eden bir olayı bize aktarır. Olayın ilk nesil arasında olmasının özel bir anlamı olmalı. Bu olay, sonraki nesiller arasında olacakların da habercisidir. İlk nesilden son nesile kadar devam edecek iki çizginin de habercisi olduğu için önemlidir. Mesele, sadece iki kişinin arasında olan bir şey değil. Onun için kıssa, “Ve onlara Adem’in iki oğlunun kıssasını hakk ile (gerçek bir amaca matuf olarak) anlat” emriyle başlıyor. Adem’in iki oğlu birer kurban sunarlar; birinden kabul edilir ve ötekinden kabul edilmez. Kurbanı kabul edilmeyen diğerini kesin bir şekilde ölümle tehdit eder. Tehdit edilen, “Allah, yalnızca müttakilerden kabul eder. Beni öldürmek için el kaldırsan bile, ben seni öldürmek için elimi oynatmayacağım” der.
Biri hırs ile hareket ederek şiddeti, insan öldürmeyi, kan dökmeyi bir yöntem olarak geliştiriyor. Ötekisi, bu şiddet karşısında şiddeti tercih etmeyen, şiddetle mukabele etmeyen bir yöntemi seçiyor ve bu seçimini bir dünya görüşüne dayandırıyor. “çünkü ben alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” diyor. Ve ekliyor:”Dilerim, hem benim günahımı hem de kazandığın günahı yüklenir ve böylece cehennemin yolunu tutarsın. Zaten zalimlerin cezası da budur” diyor.
Beşerin ilk nesli arasında madde temelinde gelişen şiddet yöntemiyle değerler temelinde gelişen medeni yöntemin tezahürünü, açığa çıktığını görüyoruz. Medine/kent olmadığı için medinede yaşamayan Habil’in tavrı, şiddet içermeme anlamında medeni/sivil ve değerler üzerinden ilkeli bir duruştur. Bu tarihi olayın, kazananı ve kaybedeni ile ilgili de Allah u Tebareke ve Teala, “sonunda onu öldürdü, böylece kaybedenlerden oldu” diyerek maddeci şiddet taraftarının kaybettiğini, ötekisinin kazandığını bize bildiriyor.
Bu tecrübe, beşerin tecrübesidir ama bu deneyimi bize aktaran, onu yorumlayan ve sonucunu bildiren, Kur’an’dır. Bu ilk tecrübenin hak ve hukuk mücadelesinde önemli göstergelerden biri olması gerekir.
Araf, Hud, Hicr ve Şuara surelerinde peygamberlerin tarihi farklı açılardan özetlenir. Beşeriyetin de tarihi olan bu sunuma konumuz açısından bakmak gerekiyor.
Hz. Musa, Firavun’un karşısına iki temel amaçla gönderiliyor. Tevhid inancını sunmak ve Firavun tarafından köleleştirilmiş İsrailoğulları kavminin özgür bırakılmasını istemek. Hz. Musa’nın mücadelesi sadece tevhid inancının beyanı değil, bir ulusun özgürlüğü de onun mücadelesinin parçasıdır. Kullandığı araçlar ise beyan, sözün gücü ve elindeki mucize olan asası. Allah’ın yardımıyla başarıya ulaşıyor ama savaşsız ve kansız. Hz. Musa ile Firavun arasında bir savaştan söz edilmiyor, savaş yaşanmamış.
Hz. İbrahim’in Nemrud ile mücadelesi tamamen akaid, inanç ve değerler üzerindendir. Hz. İbrahim’in tek silahı akıl, vahiy, mantık, hikmet ve bilgidir. Zalim otoriteye karşı kullandığı silahı bunlardan ibarettir. Savaştan söz edilmiyor.
950 sene yaşayan Hz. Nuh’un mücadelesi de ilahi değerleri gece-gündüz, gizli-açık ve ısrarlı sunumla geçiyor. Savaş ve şiddetten söz edilmiyor.
Ad kavmine gönderilen Hz. Hud ve Semud kavmine gönderilen Hz. Salih hem tevhidi sunuyorlar hem de kavmlerinin hukuk ihlallerine ve zorbalıklarına diğer peygamberler gibi aynı yöntemlerle karşı çıkıyorlar, onları sorumlu davranmaya davet ediyorlar.
Hz. Lut, tevhidi mesaşın sunumuyla birlikte toplumundaki cinsel sapkınlıkla mücadele ediyor. Hz. Şuayb, tevhidi mesajı sunmakla birlikte zamanındaki ekonomik yapı içinde yer alan esnaf ve tüccarın yolsuzluklarıyla, zamanının kapitalistleriyle mücadele ediyor.
Hz. Muhammed’ten (s.a.v.) önce İktidar ve ordusu olan Hz. Süleyman ve Davud hariç diğer Peygamberlerin mücadelesindeki ortak noktalar:
1-Hiç birisi şiddet ve savaş yöntemine baş vurmamıştır.
2-Tümü tevhid inancını anlatmış ve insanları ona davet etmiştir.
3-Tümü, toplumdaki güç sahibi, yönetme ve yönlendirme gücünü elinde bulunduran ve müstekbir olanlarla (el-Meleu) mücadele etmiştir.
4-Tümü bu davet ve mücadele sırasında hitap ettikleri kitlelere, bu çağrı ve çabaları karşısında onlardan hiç bir hak talebinde bulunmadıklarını ve bulunmayacaklarını belirtmişlerdir.
5-Hz. Süleyman ve Davud hariç hiç bir peygamberin ordu ve iktidar sahibi olduğundan söz edilmiyor. Hepsi iktidarlara karşı mücadele etmişlerdir.
6-Bütün peygamberler bilgi ve hikmetle donatılmışlardı. Hz. Nuh’a ve Hz. Salih’e beyyine ve rahmet; Hz. Musa ve Harun’a furkan, nur ve zikr; Hz. İbrahim’e rüşd; Lut, Süleyman ve Davud’a hüküm ve ilim; Al-i İbrahim’e kitap ve hikmet verildiği Rabbimiz tarafından belirtilirken Hz. Muhammed’e (s.a.v.) de en büyük kitap ve hikmet olan Kur’an verilmiştir.
7-Adı geçen peygamberlerden Hz. Musa, hariç, diğerlerinin kavimleri çağrılara kulak vermediği gibi peygamberleri tehdit etmişler ve sonunda ilahi azaba duçar olup helak olmuşlurdardır. Hz. Musa kıssasında da Firavun ve ordusu helak olmuştur, kendisiyle kavmi kurtulmuştur.
8-Tevhidi sunumun yanında, köleleştirilmiş bir halkın kurtuluşu, hak ihlalleri, ekonomik dengesizlik ve haksızlık, cinsel sapkınlık gibi siyasi, sosyal ve ekonomik meselelerle de ilahi değerler temelinde mücadele etmişlerdir. Bu konular bugün de sivil mücadele ve STK’ların mücadele ettiği alanlardır.
Her kıssanın sonunda, bu kıssadan alınacak derslerin olduğu, bu kıssalarda ibret ve işaretlerin olduğunun hatırlatılması çok önemlidir. Mazideki bu tarihi kesitler, derin kavrayışa sahip olanlar (mütevessimin) için hal ve atiye ışık utuması, yol ve yöntem gösterici olması, mücadelede ilham kaynağı olması için sunuluyor.
Yine her kıssanın sonunda, “Ve şüphesiz senin Rabbin güçlüdür ve esirgeyendir” ayetinin tekrar edilmesi, yer kürede devam eden mücadelenin, seküler ve laiklerin iddia ettiği gibi insanın Tanrıdan bağımsız olmadığı, istediğini istediği zaman ve miktarda yapamayacağını gösteriyor.
Peygamberler silsilesinin son halkası Hatem’ül Enbiya olan Hz. Muhammed (s.a.v.)
Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur’an’dır ve bu yüce kitap ‘oku’ emriyle başlıyor. Bu itibarla İslam’ın beşeriyet için aydınlanma çağını başlattığını söylemek gerekir. Zira oku emri, sahih bilgi temelinde bir bilgi toplumunun inşasını öngörmektedir.
Peygamberimizin 13 yıllık Mekke dönemi boyunca her türlü silah ve şiddet içeren mücadele tarzlarından uzak olarak akıl, sahih bilgi olan vahiy, hikmet ve ilim temelinde güçlülere karşı zayıfların yanında medeni bir mücadele vermesi, ayniyle değil ama benzeriyle sonradan tekrar edebilecek tüm zamanlar ve dönemler için sünnet-i seniye olarak bizlere ışık tutmakta, yol göstermektedir. İlahi bildirimle bizler için örnek kılınan ve kendisine tabiiyetimizin zaruriyeti mükerreren ifade edilen Peygamber’in Mekke dönemi tecrübesi, sonraki zaman ve mekanlarda ve İslam devletinin olmadığı koşullarda geliştirilecek mücadele yöntemlerine ilham kaynağı olacak potansiyeli taşımaktadır.
Medine'ye hicretten sonra Peygamber ve müslümanlar iktidar oldu. Her iktidarın olduğu gibi İslam iktidarı da orduya ve hukuka ihtiyaç duyacaktı. Ceza hukuku, uluslar arası hukuk, savaş ve cihat ile ilgili hükümler bu dönemde nazil oldu.
İslam'daki cihad, ve savaş ile ilgili hükümler, İslam devleti döneminde İslam karşıtı küfür ehli ile olan mücadele döneminde nazil olmuştur. İslam'da cihadın, hicretten sonra başladığı, üzerinde ittifak edilen bir konudur. Yani Müslümanların devletleşme, güç ve kudrete sahip olma merhalesinde cihada önce izin verilmiş sonra da farz kılınmıştır. Bu nedenle Sünni ve Şii fıkıh kitaplarındaki cihad babı incelendiğinde, cihadın devletle, dini otorite ile birlikte ele alındığını, devlet düzeyinde uygulanan şer'i bir vazife olarak işlendiğini görürüz. Örneğin Sünni fükeha cihad için halifenin iznini şart koşarken, Şii fükeha masum imamın iznini şart koşuyor. Her iki ekol de cihadı ya devlet merhalesi veya şer'i otorite ile birlikte işliyor
Kur'an'ın cihad ile ilgili ayetlerinin toplamı üzerinde düşünüldüğü zaman cihadın, esas itibariyle özgür bir ortamda İslam'ın yücelmesi için küfür ehliyle savaşmayı ve de küfür ehlinin bilad-ı İslama yönelik saldırılarını def etmek için yapılan savaşları ifade eden bir kavram olduğu görülür. Yine ayetlerden ve hadislerden İslam'ı yok etmeye çalışan ve Müslümanlara zulmeden zalim yöneticilere karşı (şartları oluşmuşsa) yapılan savaşları da içeriyor cihad kavramı.
Cihadın asli anlamı ve bilcümle İslam fakihlerinin cihadı ele alış tarzı dikkate alındığında, cihadın geniş anlamda ve kamil manada uygulanabilmesi ve de matlub neticeyi vermesi ancak devlet merhalesinde gerçekleşebilir. Çünkü cihad fiili, mahiyeti ve hedefi itibariyle devleti bir fiildir, devlet düzeyinde ifa edilebilen bir ibadettir. Hem Sünni hem de Şii fakihler cihadı devlet ve dini otorite ile birlikte ele almışlardır.Peygamber zamanındaki savaşlar ve sonraki fetihler, bu görüşü doğrulayan tarihi örneklerdir.
İslam devletinin olmadığı koşullarda öngörülen mücadele ise, şiddetten uzak, dini değerlerin korunmasına ve yaygınlaştırılmasına dönük çabalar ve haksızlıklara karşı bir mücadle tarzındadır, medeni ve sivildir.
Hilf'ül Füdul
Peygamberimizin peygamberlikten önce mazlumların hakkını güçlülere karşı korumak amacıyla kurduğu Hilf’ül Füdul örgütlenmesi, sünnet kapsamında değerlendirilmese de Muhammed’ül Emin’in örnek bir davranışı olarak sivil mücadeleye sonraki zamanlarda örneklik oluşturmuş ve Türkiye’deki Mazlum-Der bu örneklikten ilham alınarak kurulmuştur.
İyiliği önerme ve kötülüğe engel olma kuralı
Konumuz açısından İslam’ın en önemli ve en temel ilkelerinden biri olan ve İslam ümmetinin tanımlanmasında temel bir nitelik olarak ifade edilen iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma ilkesine değinmek gerekiyor. “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış, iyilği emreden, kötülükten sakındıran, Allah’a iman eden hayırlı bir ümmetsiniz” Bu ilkedeki ‘iyilik’ kavramının içine başta dini değerler ve ahlaki ilkeler olmak üzere beşer namına iyi olan her şey girmektedir. Allah’a imana davetten çevreyi temiz tutmaya, Peygambere imana davetten hayvanlara eziyet etmemeye, namaza davetten sahipsiz çocuklara sahip çıkmaya, oruca davetten emekçinin hakkını zamanında ve hakkıyla ödemeye, zekatı vermeye davetten kadınların hakkını korumaya kadar her türlü iyi olan fiil ve eylemi içermektedir. Hakeza bu ilkedeki ‘kötülük’ kavramı, Allah’a şirk koşmaktan tabiatı tahribata, Peygamberi tanımamaktan sermayenin belli kesimlerde toplanmasına, cinayetten insanların özelini ifşa etmeye, hak ve hukuk ihlallerinden çevreyi kirletmeye, yönetici elitin haksızlıklarına karşı durmaktan trafik kurallarının ihlaline kadar kötü olan her fiil ve eylemi içermektedir.
Bu sorumluluk, hem bireylere hem de her türlü organizasyonlara yüklenmiştir. Bu mesuliyeti yerine getirme hususunda hem bireysel hem de konuya göre örgütsel olarak yapma imkanı sunulmuştur. İslam’ın bu asli kuralı, toplumsal meselelerin tamamına ilişkin iyi olanı savunma ve kötü olana karşı çıkma konusunda örgütlü ve bireysel sivil mücadeleler için dini temelde düşünsel bir zemin sunmaktadır.
Bu temel ilkenin her türlü şartta uygulanabileceğini, koşullara göre farklı mahiyette uygulanabileceğine ilşkin maruf ve meşhur bir hadis vardır. Bu hadiste üç strsteji önerilmiştir:
Koşullar elveriyorsa iyi olanı istemek ve kötü olanı engellemek için fiili, eylemsel girişim önerilmiştir. Toplantı, yürüyüş, protesto, gösteri, grev, iş bırakma ve benzeri eylemlerle fiilen müdahele etmek.
Koşullar eylemselliğe uygun değilse sözlü müdahele önerilmektedir. Medya ve sosyal medya üzerinden yapılabilecek her türlü paylaşım, çağrı, hakeza kitap ve dergi yoluyla paylaşılan fikirler bu kapsama girer.
Koşullar sözlü müdaheleye de imkan vermiyorsa, birey ve grupların iyiye olan istek ve kötüye olan kızgınlıklarını kendi iç dünyalarında beslemeleri, büyütmeleri ve korumaları önerilmektedir.
Maksimumdan minimuma doğru aşamalı olarak önerilen formüller, bireyin, grupların ve toplumun her durumda üçünden birini uygulayabileceği mahiyettedir.
İslam'ın bu temel ilkesi, sivil/medeni mücedleye önemli bir fikri ve dini arka plan oluşturmaktadır.
Vakıf tecrübesi
Ait olduğumuz medeniyet havzasında ve hasseten Osmanlı döneminde yaygın ve etkin olarak uygulanan çok önemli bir vakıf deneyimimiz vardır. Vakıf müessesesi, dönemin toplumsal, ekonomik ve kültürel hayatındaki rolü bugun tahayyul edilemeyecek kadar geniş alanlara yayılmış ve fonksiyonları itibarıyla insan ve sosyal hayatın bütün cephelerini kuşatmıştı. Şu ifade vakıfların toplum hayatındaki yerini açıklamaktadır: “Osmanlı İmparatorluğu devrinde pek büyük bir inkişafa mazhar olan ...vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir yerde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir medresede hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur, vakıf bir mezarlığa gömülürdü.
Vakıf tecrübesini incelediğimizde iki hususs not etmemiz gerekiyor:
Birincisi, vakıf müessesinin teşkiline ilişkin inanç ve fikri, sadaka-i cariye hadisi oluşturmaktadır. Yani fikri arka planını din oluşturuyor. Bu da bizdeki sivil mücadelenin ve sivil toplum kuruluşlarının Batılı anlamda seküler olmadığını, olamayacağını ve olmaması gerektiğini göstermektedir.
İkincisi, vakıfların çalışma alanlarını kültürel, ekonomik ve sosyal konular oluşturuyordu. Siyaset ve toplum ilişkilerinin dışında bir tercihte bulunulmuştur. Vakıfların geçmişte üzerinde yoğunlaştığı alanlar, günümüzde de sivil mücadele ve sivil toplum kuruluşlarının gündeminde vardır ancak mesleki kuruluşları dışarıda tutarsak günümüz sivil mücadelesinin birinci alanı siysaet ve toplumdur.
Vakıflar ve vakıf müessesi, sivil/medeni mücadelede dikkate alınması gereken, güncellenerek kendisisnden istifade edilmesi icap eden önemli ve yerli bir deneyimdir.
Cemaat k avramı, gerçeği ve tecrübesi
Kur'an'da ümmet ve hadiste cemaat kavramları bütün müslümanları kapsayan organizeli bir yapıyı ifade ederken, örfi manadaki cemaat, ümmet birliğinin olmadığı dönemlerde İslami değerleri koruma amçlı İslam temelinde bir araya gelen sivil insanların oluşturdukları organizasyonları ifade etmektedir. Bu nedenle hem İslami metinlerde cemaat kavramı ve anlamı çokça yer almıştır hem de pratikte örfi anlamıyla sürekli cemaatler var olmuştur. Organize olmak, organizeli güç olmak, müslüman bireyleri fasid iktidarlardan gelen tehlikelere ve başka tehditlere karşı onları korumak ve onlara korunaklı bir yaşam oluşturmak için cemaat halinde bulunulmaya ve mücadele edilmeye önem verilmiş ve İslam tarihi içinde sürkliliği olan toplumsal bir gerçeğe dönüşmüştür.
İşgalin ve zulmün olduğu dönemlerde askeri nitelikli cemaat oluşumları var olmuşsa da ana damar itibariyle cemmatler sivil/medeni nitelikte olup birinci öncelikleri dini değerleri ve dini yaşamı korumak olmuştur. Kimi cemaatlerin siyasi eğilimleri olmuş, iktidar toplum ilşkilerine eğilmişse de tarikat, tekke ve zaviyeler gibi sürekliliğiyle ve organizeli gücüyle kesintisiz varlıklarını sürdüren dini sivil yapılar baskın olmuştur.
İslam toplumunun klasik anlamdaki en eski en güçlü ve en sürekli sivil toplum kuruluşları cemaatler ve vakıf müesseseleridir. Ancak 20. Yüzyıldan itibaren, sanayileşme ve ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte klasik anlamdaki sivil toplum olan dini yapılar nisbeten dini değerlerin korunmasında müessir olsalar da günümüz toplumunu devlete karşı korumada yetersiz kalmaları kaçınılmaz olmuştur. Bu nedenle bize ait olan tüm tecrübelerimizle ve özellikle de cemmaat tecrübesiyle Batı menşeli sivil toplum kuruluşlarının bizim toplumumuza uyan yanları arasında bir senteze ve yeni bir modele ihtiyaç vardır.
Sivil toplum tasavvurumuz nasıl olmalı?
Ait olduğumuz din, tarih, kültür ve medeniyet havzasındaki değer, kavram ve tecrübelerle yine üyesi olduğumuz beşeriyet ailesindeki deneyimlerden akatarabileceklerimizi sentezleyerek kendimize özgü bir model geliştirmemiz gerekiyor. Peygamberlerin mücadelesini Hz. Muhammed'in Peygamberlikten önceki deneyimini sonraki uygulamalarını, emr-i bilmaruf ve nahy-i anilmünker ilkesini, cemaatleri, vakıfları ve Batı tarihinden hatırlatmaları bu nedenle yaptım. Önce kendimize ait olanları bilmeli, analiz etmeli güncellemeli ve dışımızdaki medeniyetlerde gelişen örneklikleri de aynı şekilde analiz ederek kendi toplumsal yapımıza ve kültürel kodlarımıza uygun bir sentez çıkarabilmeliyiz.
Bu bağlamda müslüman topluluklarda geliştirilecek sivil mücadelenin temel niteliklerine ilişkin bazı saptamalarda bulunabiliriz:
1-İnanç ve yaşamı ilgilendiren her konu sivil mücadelenin kapsamı alanına girer.
2-Sivil mücadle bizim dünyamızda felsefi anlamı itibariyle seküler değildir. Çünkü fikri arka planı itibariyle dini değerlerden beslenmektedir. Yani düşünsel kökleri dine dayanan ama eylemselliği insanoğlunun maddi yaşam alanlarını da kapsayan niteliktedir. Ne yaşamdan kopuk salt manevidir ne de dinden kopuk salt sekülerdir. Manadan maddeye uzanan bir çizgide şekillenir sivil mücadle. Bu sebeple dini değerlerin korunması, yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması da sivil mücadelenin vazgeçilemez öncelikli alanlarındandır.
Eski Sovyet Bloğu ülkeleri ve Müslüman topluluklarda sivil toplumun gelişimini inceleyen Gellner'in sivil toplum ve İslam arasında uzlaşmaz bir ilişki olduğunu, çünkü İslam'ın sivil toplumun gelişimi için vazgeçilmez olan sekülerleşmeye karşı olduğunu iddia etmesi, onun sivil mücadeleyi sadece kendi dünyalarına ve değerlerine özgü gören klasik batıcı bir yaklaşımının sonucudur. Gellner'in sivil anlayışı, kendi dünylarıyla ilgilidir, bizi ilgilendirmez.
3-Sivil mücadle, devlet kurumlarının dışında gelişen, hak ve özgürlüklerini savunabilen özgür ve özerk bir mücadledir. Devlet uzantılı, devlet destekli ve devletin yön verdiği mücedleler sivil olma vasfını kaybeder.
4-Sivil mücadele, her şeyini devletten beklemeyen, onun dışında, ille de onunla düşmanlık halinde değil, ama ondan mümkün olduğunca bağımsız bir mücadeledir. Devletin doğrularına destek verme sorumluluğunun yanında asıl mesuliyeti devletin yanlışlarına muhalefet etmektir. Neyi destekleyeceğine ve neye muhalefet edeceğine de kendisi karar verir.
5-Sivil mücadle, bireylerin ve toplumun istek ve kaygılarını dile getiren, hak ve çıkarlarını koruyan bir mücadledir ancak söz konusu istek ve kaygıların insan fıtratıyla çelişmemesi şarttır. İnsanın salim fıtratıyla çelişen istek ve kaygılar sivil mücadelenin savunacağı değil aksine onlarla mücadele edeceği konulardır.
6- Sivil mücadele; bireyin, grubun ve toplumun inanç, hak ve özgürlüklerini devletin tek taraflı baskısından koruyan ve güvence altına almaya çalışan bir mücadeledir.
7-Sivil mücadele, İktidar karşısında kamuoyu oluşturup baskı kurarak siyasi kararların alınmasında etkili olmaya çalışan bir mücadeledir.
8- Sivil mücadele, halkın iradesinin iktidara yansıması cihetinde hem mücadele eden hem katkı sunan bir hareket tarzıdır.
9- Sivil mücadele, devlete karşı birey, grup ve toplumun lehine etki ve baskı unsuru olan bir mücadeledir.
10- Sivil mücadele, meşruiyetini taleplerinin haklılığından alan muhalif bir mücadeledir ancak muhalefeti yanlışlaradır.
11-Sivil mücadele, her türlü şiddet ve militarist yöntemi kesinlikle reddeden ve tüm etkinliklerinde sivil/medeni yöntem ve araçları kullanan bir mücadeledir.
12-Sivil mücadele, iktidar olmaya aday değil, iktidarı ıslah etmeye, onu düzeltmeye, toplum üzerindeki baskısını sınırlamaya ve toplumu devlete karşı güçlendirmeye adaydır.
13-Sivil mücadle, erdemli ve medeni bir toplum oluşturmaya aday bir mücadeledir.
14-Sivil mücadele, köklerini peygamberlerin mücadelesinden, cemaatlerden, vakıf müesseselerinden alan ama zamanın ve mekanın ihtiyaçlarını karşılamak için kendini güncelleyen bir mücadele olmalıdır.
Bu mevzu, değişik zaman ve zeminlerde Doğu ve Batının deneyimlerini derinlemesine analiz ederek düzeyli değerlendirmelerin yapılmasına ihtiyaç duymaktadır.
Konuya giriş mahiyeti babından ben şimdilik bu kadarıyla yetineceğim.
ÖZE DÖNÜŞ DERGİSİ SAYI 7